DergiZan

Yazı ve Sanat Ülkesi

Ben Sana Benziyorum Anne! / Dr. Hatice Kösecik

Gözleri karanlık gecenin içinden her an çıkabilecek ufacık bir ışığı arıyordu adeta. Yine üzgün yine ağlamaklıydı yüreği. Oysa izin yoktu ona, ağlayıp da aileyi üzmeye izin yoktu. Duygularını bastır bastırabildiğin kadar diye öğrenmişti annesinden. Aynur hemşire de aynısını yapıyordu işte. Hem de tam da annesinden kopyaladığı gibi. Yıllar yılı kızdığı annesine ne çok da benzemeye başlamıştı…

Onun kadar fedakar, onun kadar hassas, öylesine titiz, takıntılı, merhametli…

Ne zaman bu hale gelmişti? Ne zaman çocuklarına aşırı korumacı olmuştu? Ne zaman ısrarda annesini geçmiş, kusturuncaya dek yedirmişti çocukları? Eşi eve geldiğinde ellerini yıkayıp yıkamadığını, çoraplarını kirli sepetine atıp atmadığını ne kadar zamandır takip eder olmuştu bilemiyordu. Şu anda, gecenin bir yarısı bildiği bir şey vardı ki; evliliği tehlike sinyali veriyordu. Çocuklar uslu, edepli, edilgen, suskun… Eşi Murat  ise üzgün, çaresizdi.

Murat; mimar adamdı, çok sevdiği eşinin ellerinin arasından kayıp gittiğini hissetmek kahrediyordu onu. Sanki dev dalgalarla boğuşurken yolunu kaybetmişti de Aynur, sevdiği kadın, ay yüzlüsü. Yardım edemiyordu Murat ona. İki güzel fakat anne titizliğinden, takıntısından yorulmuş yavru. Biri on, diğeri on iki yaşında, iki cennet meyvesi erkek. Ne denli sevseler de, sevmekten daha çok korkarlardı annelerinden onlar.  Anne hastalanmasın, üzülmesin diye sokakta oynamazlar, üstlerini hep tertemiz tutarlar, kimse onlardan şikayet etmesin diye de üstün gayret gösterirlerdi. Çocuk olamadan büyümüş, şimdiye dek anneden izinsiz hiçbir şey yapmamış, hatta evlerinde salon denilen sadece misafir için kullanılan, sadece misâfir geldiğinde kapısı açılan, aslında iki çocuğun da  oturmak için can attıkları odada bile oturmamışlardı. Hayatları boyunca ellerinde odada çikolata yememişlerdi diyeyim anlayın siz durumun vahimliğini…

Aynur hanım otuz sekiz yaşlarında, herkes tarafından parmakla gösterilen bir evliliği olan, iki çocuklu, mimar  eşiyle mutlu mesut yaşar görünen  bir tablo sergilemişti hep çevresine. On yedi yıldır evliydi Murat ile. Başta gayet iyi başlamışlardı oysa. Birbirlerini sevmişler, saygı çerçevesinde beraber olmak için, bir olmak için yola çıkmışlardı. Gıpta edilen bir evdi onların ki önceleri. Kararlıydı Aynur, annesi gibi davranmayacaktı, eşini bunaltmayacak sevgisini hep taze tutacaktı. Çünkü çok zor bir çocukluk geçirmişti. Hep kederli ve de sürekli başı ağrıyan bir anne. Temizlik hastası denecek kadar takıntılı olan annesi, babasına ve de Aynur’a eziyet etmişti bilmeden. Hayatında sadece temizlik ön plandaydı annesinin. Eşinin ve de kızının mağdur olduğunu fark edememişti hiç. Tamam evleri hep düzenliydi, temizdi ama sabun yerine mutsuzluk kokardı o iki katlı ev. Huzursuzluk ve hüzün bacadan duman duman tüterdi sanki. Evlerine kazara bir misafir gelse eziyet olurdu ertesi gün. Annesi her tarafı kaldırır, koltukların kılıflarını yıkar, halıları silerdi. Akşama kadar yapılan (kırklanma) işi sonrası hasta yatan bir anneydi onunkisi. İyi niyetli fakat hasta bir anne.

Çok da uzak değil aslında bu tür anneler şu an cemiyette. Çocuğuna son derece hassas, onu iyi koruduğunu zanneden, sanki bir cam fanusta çiçek yetiştiren, ya da balık besleyen anneler. O balıkçıklar zamanı geldiğinde, eğer evden çıkabilirlerse dış dünyaya, koca ağızlı akvaryuma, halleri nice olur? Düşünemez oluncaya kadar çocuklarını esir etmiş anneler. Sanki uzantılarıdır o yavrucuklar bedenlerinin,  hala daha vücutları bağlıdır sanır birbirine, o iyi niyetli fakat hasta düşünceli anneler. Ellerinde değildir biliriz, kötü niyetli hiç değildir o ayakları altında cennet olan anneler. Annelerimiz…

Öyle görmüşlerdir, öylesine yetişmişlerdir. Bunun doğru olduğunu düşünürler, otomatik olarak haraket ederler aslında. Sanki genlerinde kodlanmıştır bazı hareketler. Elbette. Bu dünyaya ebeveynlerimiz, anne-babamız aracılığıyla geldik. Genlerimiz sayesinde özellikler kazandık. Anne babamız ve de onların geriye doğru, geçmişteki ebeveynlerine de bağlıyız. Bir çocukta çıkmayan özellik başka bir çocukta belki de birkaç çocukta meydana gelebilir. Anne-babalarımız aracılığıyla hayatın akışına nüfuz ederiz, bizler bu akımın kaynağı değiliz oysaki. Akım bize aile geçmişiyle beraber sadece iletilmiştir, yani biyolojik olarak aktarılmıştır diyebiliriz.

Bu akım yaşam gücümüzdür adeta. Eğer bir doğuma tanık olabilsek yaşam gücünün odayı doldurduğunu o ilk ağlamayla birlikte hissedebilirsiniz. Aynı şekilde birisi vefat ederken yanında olduysanız eğer, bu gücün çekilip gidişini, azalışını algılarsınız. Hatta bu güç bedenden ayrıldığı zaman, o ayrılış anı da hissedebilirsiniz. Konan göçer, ruh bedenden ayrılır sessizce, canlılık emareleri gider birer birer, gözlerin feri söner, yaşam denilen o güç ayrılır sakince ama bir o kadar da zorla. Gören göz bilir bunu, bazı hasta kişilerde çok ama çok azalmıştır güç, sanki nefes sayısını tamamlamak için alınır verilir. Düşünse insanoğlu, ölüm var, zamanı gelince göçer gider yaşayan.

“Her nefs ölümü tadacaktır.” bilir. Bilir de vazgeçemez nefsinden. İnsan işte..

Yaşlılık yaşamın son perdesidir eğer yaşlanarak vefat ederse insan.

Kırmanın kırılmanın, incitmenin incinmenin ne denli abes olduğunu öğrenebilse insan, rahatlardı biraz. Bırakırdı kendisini hayatın akışına, doğru dürüst, hal ehli olandır iyi insan. Mevlam iyilerden eylesin bizleri, sevsin bizleri ki andırsın adını. Doğru yoldan saptırmasın kullarını…

Ben sana benziyorum anne, hiç benzemek istemedim oysa. Bu düşünceler hep aklındaydı, sanki her an fısıldıyordu kulağına Aynur’un. Gece ilerliyor, olmak bilmiyordu sabah. Kederli Aynur, kederli anneden yansıma almıştı adeta. Oysa büyürken hep söz vermişti kendine. Eğer evlenir de bir yuvaya sahip olursa, elinden gelenin en iyisini yapacaktı. Çocukları bastırmayacak, onları dinleyecekti. Kim ne der diye düşünmeyecek, önce ailesinin içini kendi kurallarını, sınırlarını belirleyecekti. Dışarıdan bir kişinin ailesine müdahale etmesine izin vermeyecekti. Çünkü her ailenin kendine ait bir yaşam sitili olduğunu biliyordu, kimsenin ki benzemezdi birbirine. Bazı kadınlar belki eşlerine sözlerini daha çok dinletebilme yetisi geliştirebilecek kapasitede olabilirdi. Belki de bazı erkekler bu yetenekte olabilirdi.

İki ayrı insan, iki farklı karakter bir olma niyetiyle yuva kuruyor, elbette ki bazı ufak tefek çatlak sesler çıkabilecekti. Bu gayet normaldi, çünkü anne kız, baba oğul arasında, kardeşler arasında bile anlaşmazlıklar olabiliyorsa, evli çiftler arasında da olması doğaldı. Olmaması anormaldi. Bunu öğrenmişti, öğrenemediği, beceremediği şey ise, her an aklında olan ise; temizlik, düzen, iyi desinler diye aileyi bunaltıcı davranışlardan kaçınamamasıydı. Ve de üzüldüğü konu, bunu başaramayan bir Aynur vardı şimdi. Beynine hükmedemeyen Aynur, obsesif haraketler gösteren Aynur. Gidişe; “dur”diyemezse eğer, evliliği bitecek olan Aynur.

“Allah’ım yardım et.” diyerek kalktı oturduğu yerden. Çocuklar uyanmasın diye sessizce hareket ederek pencereye gitti. Perdenin altından sokak lambalarının dansına baktı bir süre. Gece hayli ilerlemiş fakat giden gelmemişti henüz. Oysa hiç böyle hayal etmemişti, kendine hakim olacak, eşi eve geldiğinde temizlikle ilgili bir şey söylemeyecekti. Ama dayanamamıştı işte. Önce ellerini yıkayıp yıkamadığını kontrol etti eşinin, sanki o tarafa bakmıyormuş gibi davrandı. Kapıdan girerken çoraplarını çıkardığını görünce içi ferahlamıştı, seviyordu eşini ve de temizliği. Çok önemliydi Aynur için elini yıkaması, çoraplarını kirli sepetine pantolonunu portmantoya asması. İçi ancak öyle rahat ediyordu, bunun takıntılı bir davranış olmaya başladığını farkettiği zaman çok geç kaldığını anlamıştı. Oysa bu davranışları annesi sergilerken genç kızlık zamanlarından itibaren hep annesini uyarırken bulmuştu kendisini. Eleştirmişti, sinir olmuştu kendini doğuran insana. Annesi, babasına ve de kendisine belki de farkında olmadan emirler verir, özellikle temizlik konusunda, baba kız da tatsızlık çıkmasın diye karşı gelmezlerdi. Denileni yapmaya çalışırlar, hep bir sessizlik içinde sanki kopmasını bekledikleri bir fırtına öncesi dinginliği yaşarlardı evlerinde.

Ya şimdi ne olmuştu da hiç onaylamadığı davranışları kendisi yapar olmuştu Aynur. Yıllarca kızdığı, söylendiği annesine ne denli benzemişti. Meğer annesinin sevemediği, yanlış olarak değerlendirdiği bütün davranışları kopyalamıştı. Evliliğinde aynen annesi gibi davranır olmuştu hiç istememesine rağmen. Durum en kısa bu şekilde özetlenebilirdi. Aynur annesine tıpatıp benzer olmuştu. Akşam yemekten sonraya kadar zor idare edebilmiş sonunda da eşinin damarına basmıştı işte. Kapıyı sessizce çekip çıkmıştı Murat evden. Gecenin ıssızlığında içini sızlatmıştı Aynur’un eşinin gidişi. Buz kesilmişti eli ayağı, evde hüzün kokan odalarda dolaşıp duran bir kadın, yollarda nereye gideceğini bilemeyen naçar bir adam. Nasıl bu hale geldi ufacık bir tartışma, fikir ayrılığı. Yemekteki soğuk havayı çay kaşıklarının birbirine çarpan ahenkli sesi bile dağıtamamıştı. Oğlanlar anne babalarının durgun hallerinden şüphelenmişlerdi fakat izlemişlerdi büyüklerini. İnsan farkında olmadan beden diliyle türlü mesajlar yayabilirdi. Aynen öyle de olmuş, Korkmaz ailesi bir fırtınanın eşiğinde kayıklarına sıkı sıkı tutunmak zorunda kalmışlardı. Çocuklar da anlamıştı artık, zor gidiyordu, çarpıyordu evlilik kayığı anne babasının. Onlar bir olabilmek adına çok mücadele vermişti, oysa son zamanlarda annenin daha çok göze çarpan temizlik takıntısı ve bazı obsesif hareketleri üzüyordu aileyi. Babanın çırpınışı, annenin yuvayı koruma savaşı bariz bir şekilde görülüyordu çocuk gözüyle. Ama çok da korkuyorlardı annelerinden, ne kadar çok sevse de Aynur hemşire, bazen elinde olmadan kırıp geçiriyordu hepsini. Son zamanlarda babalarıyla olan sıkıntılı durumun acısını çocuklardan çıkarmaya başlamıştı. Murat bey, bazen eve geç geliyor, yemek yemeden yatıyordu. Çok fazla evin içinde dolaşmamak, laf işitmemek azarlanmamak arzusundaki evin babası, banyoyu kullanırken azami dikkat gösteriyor, yine de eşine yaranamıyordu. Ellerini yıkarken illaki etraf biraz ıslanınca her zaman sert bakışlara maruz kalırdı. Hele de canı namaz kılıp Allah’a yalvarmak istediğinde, abdest almaktan bile korkar hale gelmişti. Elinde olamadan çevreyi biraz ıslatıyordu, havlu peçetelerle her seferinde kurulamaya çalışsa bile eşinin istediği kıvamı tutturamıyordu. Oysa son günlerde içinde bir namaz sevdası büyümeye başlamıştı. Kendisi de hayretle izliyordu kendi gidişatını. Ailevi durumuna üzüldükçe, yapacak bir şey olmadığını gördükçe, çaresizin çaresi Allah’ım diyerek dua eder olmuştu. Zaten ince ruhlu, duygusal bir adamdı hepten yufka yürekli olup çıkmıştı. Akşamları eve geç gelerek camide zaman geçiriyor, dualar ediyordu. Belki eşi evde onu fazla görmezse, araları iyi olabilir diye düşünmüştü. Zaman vermek, kendisini toparlamasına fırsat tanımak istiyor, hem de iç dünyasında hüzün karışık huzurla yaşamaya çalışıyordu Murat.

Aynur’la önce psikiyatriste gitmişler ardından da psikologla devam etmişlerdi bir zaman. Allah’tan istediği sevgili eşinin duruma el koyup, her zaman yaptığı gibi işleri yoluna koymasıydı. Ama son zamanlarda umudunu yitirmeye başlamıştı da itiraf edemiyordu kendisine.

Bu akşam aslında önemli bir olay da yoktu fakat birikimler zorlamıştı kendisini. Birden karşıdan bakmış eşine, kendisini ve çocuklarını ne denli büyük bir sıkıntıya soktuğunu fark etmişti. Bunun böyle devam etmesi demek, iki cansız vücudun yan yana gelmesi demekti. Arada heder olan çocuklar da işe tuz biber ekiyordu. Ortada görünen bariz bir kavga dövüş yoktu ama psikolojik bir savaş vardı adeta.

Birbiriyle ihtiyaç olmadan konuşamayan anne baba vazgeçmiş demekti çocuklarından. Onlar sanki sadece kendileri yaşıyor da bu dünyada, ortada da çözülemez bir sorun varmış gibi davranıyorlar, ömür sermayelerini unutuyorlardı. Sanki çocuk olan Aynur ve de Murat ikilisiydi, ellerinden oyuncağı alınmış şımarık çocuklar gibi davranıp küsüp duruyorlardı evlerine. Son zamanlarda evlerindeki  tencerede aş değil de dert kaynıyordu sanki. Daha ne kadar sürerdi bilinmez bu durum, ellerini çabuk tutmazlarsa enkaz olacaktı evleri…

Karar verdi Aynur, hele bir gelsin eve eşi, evinin direği, gönlünün sevinci, hemen özür dileyip, onun dediğini yapacak, aile terapistine düzenli olarak gidecekti. Hep inat etmişti, beğenmemişti doktorları da psikoloğu da. Hep kendini haklı görmüş, içindeki negatif ses de gaz vermişti ona. “Kız kocana, bağır ona, sen akşama kadar saçını süpürge et, o da gelip yan gelip yatsın, yok öyle yağma.” diyordu, aileyi bozabilmek için sabahtan akşama kadar çalışan askerlerini gazlayan varlık. Kim bir aileyi dağıtacak iş yaparsa ödül veren negatif varlık. Eğer eşlerden biri, ona kulak verirse yandığının resmidir. Daha iflah olmaz o kişi, ne kendine huzur verir ne de eşine. Azami dikkat etmelidir eşler, özellikle de hanımlar. Çünkü kadın ne denli güçlü olsa da duygusal tarafı ağır basabilir. İşte o zaman mantığıyla hareket edemez, göremez gözünün önünde cereyan eden olayları. Fevri hareket ederek eşine “boşanalım” bile der zaman zaman. Oysa bilse ki kadın, bu tip söylemler nikahının üzerinde kara bulutlar gezdirir. Hele evlenirken “yürütemezsem boşanırım, onu mu çekeceğim.” mantığıyla evlenirse bir kişi, onun valizi kapının ardında hazır bekler onu. Mesajı almıştır beyin çünkü, olmazsa ayrılır, bundan kolay ne vardır ki? Unutmayın, beynimiz biz ne söylersek ona, kabullenir, sorgulamaz, düşünmez bile. Bu nedenle kişi ne konuşmakta olduğunu iyice duymalıdır, istemediği bir şeyi sırf karşısındaki eşinin canını yakmak için söylememelidir. Söylediği bir kelime, zamanı geldiğinde canını acıtabilir çünkü. Bunu hesap etmelidir kişi. Sevdasına da evladına da sahip çıkmalıdır insan. Özellikle de hanımlar evden çıkıp gitmeyle tehdit edebilirler kafaları kızdığında, işte tam da bu noktada dikkatli olmalıdır kişi.

Bazen ağızdan çıkan bir lafın, yaşanılan bir olayın telafisi olmayabilir, ağzına küçük bir taş koymuş da rahat konuşamayacak durumda olan, diline sahip olmaya çalışan, “onlar benim yıldızlarım  gibidir.” diyen peygamber efendimizden övgü alan sahabe efendilerimiz gibi davranmaya çalışmalıyız aslında. Rabbim bize onları örnek alabilmeyi nasip etsin diye duacı olmalıyız.

Bunlar Aynur’un da Murat’ın da bilmediği şeyler değildi aslında. Biraz sükunetle durup düşününce çözülemez bir durumun olmadığını görürsünüz oysa ki. Ne yazık ki bir sürü eş, negatif varlık ve tayfasının oyuncağı olmuştur da fark edemez vahameti heyhat…

Sevginin yitirildiği, saygının ayaklar altına alındığı bir ev negatif varlıkların oyuncağı olur maalesef.

Aman ha dikkat…

Bir karar aşamasındaydı Aynur hemşire. Farkına varmıştı bu gece. Aydınlanmıştı sanki az önce.

Gözünün önünde yaşam hikayesi film olmuş sahnelenirken içinin yangısına çare arıyordu bir yandan. Kaybetmek istemediği, sevdiği eşi gitmişti az önce, hem de sessizce. Düşünüyordu da Murat ona hep olumlu yaklaşmış, ümitvar olmuştu. İyi bir baba, yokluğu hissedilen bir eşti o. Ama küstürmüştü Aynur onu, bezdirmişti canından. Hep söylenmiş, vara yoğa sitem etmişti. Aklına esmiş evden gitmiş, canı istediğinde çocukları eşine bırakıp turlara çıkmıştı. Hep tehdit etmişti Murat’ı, korkutmuştu. Bir nevi naz etmişti de eşi de hep nazlamıştı onu. Aslında iyi adamdı kocası, kötü alışkanlıkları yoktu ve de eşini kalpten dinleyen bir insandı o.

“Ah be Murat’ım, neredesin? Hadi gel artık, bekliyorum bak seni. Gel de başımı koyayım omuzuna, anlatayım sana anlatamadıklarımı. Kalbimden geçenleri dinle ne olur, ağzımdan çıkanı değil. Söz veriyorum sana düzelmek için elimden geleni yapacağım, doktora gidip destek alacağım, yeter ki gel sen yine. Büyüklük sende kalsın, ömrüme ömür katandın sen. Gönlüme sürur olandın sen. Meğer ben sensiz yolumu bulamazmışım da haberim yokmuş. Nasıl tarifsiz bir sızıdır ki kelimeler kifayetsiz kalıyor, susadım sanıyorum ama soğuk suntesir etmiyor. İçimin kor ateşi canımı yakıyor, gel artık.”

“Anne, annem, sen misin? Murat gitti can annem, ben sana benzemişim meğer annem. Beni büyütürken yaptığın herşeyi kopyalamışım da meğer, şimdi aynısını belki de biraz da fazlasını eşime ve de çocuklarıma yapar olmuşum ben. Bıktırdım onu annem, gitti evden sessizce. Neden öyle bakıyorsun ki bana? Kırgın mısın sen de yoksa? Çok söyledim değil mi çok eleştirdim seni? Oysa biliyorum ki hakkım yoktu buna, sen elinde olmadan istemeden yaptın, bilemedin. Bense kıyasıya söyledim sana, acıttım canını, oysa “öf” bile dememem gereken zamanda yaptım bunu. Sen de affet beni can annem, ellerini öpeyim ne olur ver de. Hayattayken sana kızgınlığımdan doyasıya sarılmadım bile sana, oysa sen candın, anaydın, ne olursa olsun beni doğurandın. İçim yanıyor anneciğim, senin kokuna hasretim yıllar var ki, öpülesi ellerin sabunla yıkamaktan yara olunca ne kadar bağırmıştım sana. Allah’ım ne olur affına layık gördüğün kullarından eyle beni. Ben annem acı çekiyor diye, sürekli ellerini yıkayıp kendini hasta ediyor diye çaresizlik içinde kıvranırken bağırdım ona. Ne yapacağımı bilemedim, yardım edemedim can anneme, lavanta kokulu anneciğime. Şimdi nasılsın ki anam can anam?

Bembeyaz namaz baş örtüsüyle, eskisi gibi dimdik ayakta karşısında duran anacığına doğru koştu Aynur, sarıldı ona doyasıya. Kokladı onu taa çocukken özlediği kokular sarana dek bedenini.

Bir ürperti sardı dört bir yanını, hakim olamadığı göz yaşları sel olmuştu artık. Yıllardır ağlayamayan kızı annesine sarılmış af diliyordu işte. Bir an geriye çekti annesi kendini, baktı kızına. Her ne kadar son günlerinde bakmadıysa kızına, yattığı yatakta hep arkasını döndüğü kızına, canı yavrusuna, özlemle bir buruk hasretle bakıyordu şimdi. Şefkatli, sevecen, kırgın ama unutan anaydı o. Anneydi o ne olursa olsun, bir sevdaydı o. Dillerde yanık bir türkü, başı dumanlı koca dağdı o. Sanki affettim der gibiydi bakışları, yanaklarındaki ıslaklıktan anlamıştı Aynur. Affedildiğini, aslında sevildiğini ama annesinin sevgisini  gösteremediğini hissetmişti Aynur.

Allah’ım ne büyük mutluluktu bu, içinin sızısı sanki hafifler gibiydi.

Bir ürpertiyle sıçradı Aynur, oturduğu kanepede uyuyakalmış, annesiyle helalleşmişti mana aleminde. Hala kokusu vardı burnunda anacığının, cefakar çileli kadının.

Ağlıyordu artık, yıllardır sakladığı gözyaşları pınar olmuş akıyordu çağlayarak. İçini çekti, dilindeki; ”Affet annem beni.” nidası sarmıştı odayı. Bir kıpırtı hissetti odada, karanlıkta yalnız olmadığını anladı birden. Üzerindeki battaniye dikkatini çekti bir an. İçini kaplayan sevinç, ümit oldu, dalga dalga yayıldı vücuduna. Demek ki uyuyakalmıştı, hem de bir rüya görmüştü en gerçeğinden, en acısından. O anneciğiyle helalleşirken, sevgili eşi gelmiş, üstünü örtmüştü demek ki. Bilirdi Murat, Aynur üşürdü, mutlaka üstüne bir örtü alırdı uyurken. Demek ki eşi hala düşünüyordu onu, geri gelmiş, beklemişti hayat arkadaşının iyileşmesini, bırakıp gidememişti onu, kaptanlar en son terkederdi gemiyi.

En samimi haliyle karar verdi kadın. Daha dikkatli olacak, yuvaya zarar verecek takıntılardan kurtulacaktı.

En içten duygularla sardı can yoldaşını adam.

Uysaldı, bir o kadar da müşfik…

Koca demek, koca dağlar, yüce dağlar benzeri olmalıydı, karı demek o koca dağların sarmalayanı olmalıydı. Kârı olmalıydı, kazancı olmalıydı, sevinci olmalıydı. Nasıl kar kaplarsa dağın zirvesini, kadın da kocasının başında taç olmalıydı. Öyle de güzel, öyle de endamlı durmalıydı. Nasıl ticarette kâr edilirse işten, kadın da koca dağların başının karı olmalıydı.

Yani anlamı büyüktü,  kocanın da karının da. Her iki türlü de.
Yar olmalıydı eşler birbirine bar değil,
Sevda olmalıydı kadın da adam da yüreklere,
Türküler söylenmeliydi adlarına,
Ağıtlar yakılmalıydı vefalarına…
Bir olmalı, biz olmalı, diri olmalıydı iki yürek de…

Anlamalıydı kadın ve adam;
Kalıbına göre kalıp arayanlar,
Kaşına göre göz arayanlar yanılırdı.
Kalp kalbe sırdaş olmalıydı.

Yaradan; görmeyi, anlamayı, bilmeyi, görünenin ardındaki gerçeği hissedebilmeyi nasip eylesin bizlere…

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Bu yazıyı paylaş:

2 thoughts on “Ben Sana Benziyorum Anne! / Dr. Hatice Kösecik

  1. Emeğinize sağlık Hatice Kisecik..Güzel konulara değiniyorsunuz… Ama biraz daha kısa ve öz olursa daha memnun oluruz acizane.. sevgi ve saygilarim ile esen kalınız…

  2. Burdan okumak hoşuma gitmiyor elimde dergi masada cay buram buram kokacak kağıt ve cay kokusu eşliğinde okumak çok güzel olur sözde ünlü yazarlara taş çıkarırsınız

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Bu yazarın toplam 28 eseri bulunmaktadır.

Yazarın diğer yazıları