DergiZan

Yazı ve Sanat Ülkesi

Bir Tevekkül Hikâyesi / Celalettin Tutkun

Fabrikanın çıkardığı uğultu nedeniyle bağırarak konuştu Şef Nurettin:

“Mehmeeet, müdür seni çağırıyor.”

“Beni mi?”

Evet dercesine başını salladı Şef Nurettin.

Kullandığı makineyi kapattı Mehmet. Kirli ve eski havlu ile ellerindeki teri, makine lekelerini sildi. Üstünü başını düzeltti. Neden çağırmıştı acaba müdür kendisini? Aklına gelen uzak bir ihtimal vardı var olmasına ama bu ihtimalin gerçekleşeceğine pek ihtimal vermiyordu. Altı yıldır bu fabrikada çalışıyordu.  Kullandığı makinenin en iyi operatörüydü. Bir başkası bu eski makineyi kendisi kadar iyi tanıyamaz, huyunu suyunu bilemezdi. Her vidasını, her parçasını, motorunu, yağının gereken seviyesini en iyi o bilirdi. Bir ay kadar önce kırılan parçanın masrafı ile ilgili olabilir miydi acaba. Fabrikada kullandığı makinenin dikkatsizlik sonucu bozulması durumunda masraf bazen makinenin sorumlusundan alınırdı. Ama o parça tamamen eskidiği için kırılmıştı, masrafının kendisinden alınması haksızlık olurdu. Hem olay olduğunda Şef Nurettin’e masrafın kendisinden çıkıp çıkmayacağını sorduğunda  “Canını sıkma” cevabını almamış mıydı zaten. Bunu hatırlayınca biraz rahatladı, aklına bir ihtimal daha gelmiyor değildi. Bunu hatırlayınca ürperdi. Birkaç ay önce bazı arkadaşları yine kendisinin şu an çağrıldığı gibi müdürün odasına davet edilmiş ve yaşanan ekonomik bazı sorunların etkileri sebep gösterilerek işten çıkarılmışlardı. Ama o günden sonra kimse işten çıkarılmamıştı. Son günlerde fabrikanın bazı sıkıntılar yaşadığı kulağına geliyordu. Bunca yıldır emek verdiği fabrikadan, işinden ayırırlar mıydı acaba onu. Bu düşüncelerle vardı müdürün kapısının önüne, kapıyı çekinerek çaldı. İçeriye ürkek bakışlarla girdi.

“Müdür bey, beni çağırtmışsınız.”

“Gel bakalım Mehmet, nasılsın?”

“İyiyim efendim.”

“Buyur, otur.”

Mehmet oturdu. Oturduğu rahat koltuk yerine tahta bir tabureyi tercih ederdi. Oturdukça içine gömülen böyle rahat şeylere alışık değildi. Sanki insanı içine çekiyordu mübarek. Müdür önündeki kalın dosya ile meşgul oluyor, arada sırada göz ucuyla Mehmet’i süzüyordu.

“Seni biraz bekleteceğim, şu dosyaya göz atıyorum da.”

Mehmet odaya bakındı. Geniş ve ferah odanın penceresinden masmavi berrak gökyüzü görünüyordu. Çalıştığı yerden gökyüzünü hiç görmemişti. Makinaların bulunduğu kısımdaki küçük pencereler zaten yıllardır simsiyah olduğundan gündüz mü gece mi, hava yağmurlu mu güneşli mi hiç anlaşılmazdı. Pencere kenarında birkaç çiçek vardı. Müdürün çiçeklere merakı olduğunu duymuştu. İçindeki sıkıntı onu daraltıyordu.  Müdür neden kendisini çağırdığını bir söyleseydi ya artık. Kırmızı karanfilin çiçeğine baktı, gökyüzüne baktı, duvardaki yağlıboya tabloya baktı…

“Yozgatlıymışsın ha.”

“Evet efendim.”

“1974 Yerköy doğumluymuşsun.”

“…”

“Yozgat’ın nesi meşhur?” diye sordu müdür, bu soruyu beklemiyordu Mehmet, diyecek bir şey bulamadı.

“Altı yıldır burada çalışıyormuşsun.”

“Evet.”

“Evli misin?”

“Evet.”

“Çoluk çocuk.”

“Bir tane oğlum var. Ellerinizden öper.”

“Kaç yaşında?”

“Bu sene okula başladı”

“Burada çalışmaya nasıl başladın Mehmet?”

“Efendim, ben teknik lise mezunuyum. Biraz makineden anlardım. Memlekette tornacılık yapmışlığım vardır. Babamın arkadaşı Hüsamettin Abi vardı, buradan altı yıl önce emekli oldu.  Bana makineyi öğretti, bir süre beraber çalıştık makinede, sonra emekliye ayrıldı.”

“Anladım.”

Müdür bir süre düşündü, iki eliyle yüzünü kapatıp sonra yukarıdan aşağı yüzünü sıvazlayıp Mehmet’e döndü.

“Şimdi seni neden çağırdığımı merak ediyorsun?”

Mehmet hiç sesini çıkarmadı, hafifçe evet anlamında başını salladı. Müdür:

“Teknolojinin ne demek olduğunu biliyorsundur muhakkak.”

“Evet, efendim bilirim.”

“Mehmet, senin kullanmış olduğun makine seninle yaşıt, hatta geçenlerde bozulmuştu bir süre. Bizim mühendislerimiz gelip makineyi incelemişti.”

Mehmet hatırladı o günü, tanımadığı iki tane beyaz önlüklü adam gelip yarım saat çalıştığı makineyi inceleyip bazı sorular sormuştu.

“Evet hatırlıyorum”

“Onların bize verdiği rapora göre artık o makinenin tamir masrafı yaptığı işten daha fazla olmaya başlamış. İşte onun için yeni ve günümüz teknolojisi ile donatılmış aynı işi yapan bir başka makine aldık.”

Mehmet sözün nereye varacağını merak ediyordu. Acaba yeni makineyi öğrenmesi için bir kursa falan mı göndereceklerdi kendisi.

Müdür en sonunda ağzındaki baklayı çıkarıverdi.

“Bu yeni makinenin bir özelliği var Mehmet.”

“…”

“Yenisi otomatik olarak çalışıyor ve her şeyi kendisi yapıyor, ayarlıyorsun, bir düğmeye basıyorsun ve senin yaptığın her şeyi yapıveriyor.”

“Anlayamadım efendim.”

“Şöyle anlatayım Mehmet… Fabrikamıza bunca yıl verdiğin emekler için sana müteşekkiriz ancak bir karar aldık, bu kararı alırken zorlandık bunu da söyleyeyim ha… Seninle yollarımız ayrılacak artık… Yaşamış olduğumuz ekonomik sebepler… Fabrikamızın çıkarlarını göz önünde bulundurarak… Sana hayatta başarılar dilerim… Muhasebeye… Arkadaşlarınla… İstediğin zaman…”

Mehmet artık duymuyordu. Kesik kesik geliyordu sesi müdürün. Kulaklarında bir uğultu vardı artık. Oda, dünya, pencere kenarındaki çiçekler, gökyüzü dönüyordu sanki. Koltuğa oturup kalmıştı. Nasıl o koltuktan kalktı, müdüre ayrılırken ne dedi, kapıyı nasıl kapattı? Hatırlamıyordu.

Kendisini eski makinenin yanında buldu. Bunca yıl ekmeğini yemişti bu demir yığınının, kendisi gibi o da bir süre sonra ayrılacaktı buradan. Şef Nurettin belirdi yanında.

“Hayırdır Mehmet, niye çağırmış müdür.”

“Hakkını helal et abi, bize yol göründü.”

“Ya nasıl olur. Niye böyle oldu, ne sebep söyledi.”

“Başka bir makine gelecekmiş. Bana ihtiyaç kalmamış.”

“Yapabileceğimiz bir şey varsa…”

“Sağ ol”

Kötü haberi alan fabrika çalışanları yavaş yavaş gelip vedalaştılar Mehmet’le. Ayrılıkları kim severdi, hele böylesini… Fazla vakit geçirmeden kendini fabrikadan dışarı attı. Otobüs durağına doğru yürüdü bir süre.

Bu esnada öğle ezanının okunduğunu duydu. Adımları sanayi camisine doğru gitti. Bu sıkıntılı anda sığınacağı yegâne sığınağa doğru yürüdü. Zaten yetişeceği bir işi gücü yoktu. Mütevekkildi, yıllarca bu anlayışı benimsemişti. Elinden geleni yapmamış mıydı?  Sıcak soğuk dememiş, Ankara’nın ayazında, yakan güneşinde, sabahın yedisinde servis bekleyip akşam altıda bazen mesaide kalıp gece yarılarında evine dönmüştü. Kimsenin malında, mülkünde, namusunda gözü olmamıştı. Ne kursağından haram lokma geçmişti ne ailesine yedirmişti. Ama bugün böyle olmuştu, olacağı varsa olurdu. Kaderin önüne kim geçebilirdi. Şimdi kadere isyan değil yüce dosta sığınma vaktiydi. Yüce Mevlana “Dost istersen Allah yeter” dememiş miydi? İşte o dosta iltica etme ona sığınma vaktiydi. İmtihan dünyası değil miydi?  İşte imtihanı başlıyordu. Yusuf’unu kuyularda kaybeden Yakup peygamber gibi ona şimdi güzelce bir sabır gerekliydi.

Abdestini aldı, yeni başlayan farza yetişti. Acelesi yoktu, dua dua yalvardı, rabbinden sabır diledi, ailesine rızık diledi…

Acele etmeden sakin adımlarla evine döndü.

Eşi kendisini beklemiyordu bu saatte. Çocuğunu okuldan almak için evden çıktığı anda kaldıkları bodrum katının kapısında karşılaştılar. Birkaç cümle ile anlatıverdi olanları. Bir şeyler söylemek isteyen eşini susturdu.

“Bunların böyle yapacağı böyleydi, Allah onların…”

“Bunca yıl ekmeklerini yedik Zeynep, olacağı varmış.”

“Ne yapacağız şimdi.”

“Allah kerim”

Eşi, çocuğu okuldan almak için ayrılırken Mehmet evinden içeri girdi. Ne yapsa ne etse de bir çıkış yolu bulsaydı. Kızmak, bağırmak, hakaretler etmek belki biraz içini rahatlatırdı o kadar. Bir çözüm üretmezdi. Kendisini çıkardığı için fabrikaya kırgın mıydı? Onlarında kendilerince haklı tarafları olabilirdi. Her ayrılık küs olmak zorunda değildi.

“Köye dönelim Mehmet, bu böyle yürümeyecek.”

Hiç sesini çıkarmadı Mehmet,  eşi haklıydı. İki ay olmuştu neredeyse fabrikadan ayrılalı. İki aydır iş arıyordu, koca şehirde iş bulmak kolay mıydı? Tanıdığı bazı kişilere haber bırakmıştı, onlardan haber bekliyordu. Öyle elinden her iş gelen birisi değildi. Otuz altı yaşındaydı, güçlüydü, kuvvetliydi. Ama şimdi işverenler güçlü kuvvetli değil yaptığı işte tecrübeli elemanlar arıyordu. Onun tek tecrübesi yıllardır çalıştığı makineydi. O makineden ise bu şehirde sadece iki tane vardı.

Memleketine de haber bırakmıştı, amcasının oğlu Hüseyin’in şehirde çevresi vardı, belki sanayide bir tornacıda iş bulabilirdi. Köyüne dönmeyi pek gururuna yediremiyordu. Ona “Gitme köyünde kal; bu toprak insanı aç bırakmaz.” demişlerdi. Ama o dinlememişti. Yıllarca Yerköy’de çalışmıştı. Son altı yıldır da Ankara’daydı. Ama sonunun böyle olacağını bilse gelir miydi büyük şehre. Tek bir kendisi olsa belki katlanılırdı. Bir eşi ve çocuğu vardı. Evin kirası vardı. Çocuğun okul masrafları vardı. Üstelik Ramazan Ayı da yaklaşıyordu. Bir hafta sonra girecekti o kutlu ay. Ama elde avuçta ne varsa bitmişti neredeyse. Bu ayın kirasını verememişti. En son eşinin çeyiz sandığında saklı birkaç çeyrek altını ve bir ince bileziği satmak zorunda kalması çok gücüne gitmişti. Hep bir haber gelir umuduyla bekliyor, her sabahın kendisine yeni bir umut olduğunu düşünüyordu. Erkenden evden çıkıyor uzun mesafeleri yürüyor, iş yerlerinin camlarına asılı eleman aranıyor ilanlarına bakıyordu. Bazen bir simitle günü geçirdiği oluyordu. Ama ne iş bulabiliyor ne de bir haber geliyordu.  Eşi haftalardır doğru dürüst pazara çıkmıyordu. Cep telefonunu satmak zorunda kalmıştı en sonunda. Köyden gelen nohut, bulgur, tarhanadan başka bir şeyde kalmamıştı evde neredeyse. Bazen durumlarını öğrenen komşularının gönderdiği yemekleri de öğrenince artık köye dönmekten başka çarenin kalmadığını iyice düşünmeye başlamıştı ama yine de bekliyordu; bir haber bekliyordu, güzel bir haber.

Bir hafta daha iş aradı Mehmet, eve yorgun gelmişti. Ayakları zonkluyordu. Bu akşam mübarek Ramazan Ayı’nın habercisi ilk teravih namazı kılınacaktı. Ne zaman dua etse rabbine içini açsa içindeki sıkıntının hafiflediğini hissederdi. Eşi kapıyı açtı, neden geç kaldığını sordu. Bütün gün düşünmüştü, bolluk bereket ayının kapısına geldiği şu günlerde evinde hiçbir şey kalmamıştı. Eşi önüne bir tas çorba koydu. İştahı yoktu sabahtan beri aç olduğu halde. Zaten son günlerde oldukça kilo da vermişti. Çorbayı bitirdi, birkaç dilim ekmek yedi, kalktı; abdestini aldı, akşam namazını kıldı. Eşine:

“Ben çıkıyorum.”

“Nereye, daha yeni geldin.”

“Namazdan sonra gelirim.”

“Çay yapmıştım”.

Sormadan edemedi, bu soruyu sormak ona acı veriyordu ama sordu.

“Çayı nerden buldun?”

“Sağ olsun, komşumuz Fazilet Hanım verdi. Allah razı olsun çok iyi bir insan. Geçenlerde de çocuğunun kullanmadığı kıyafetlerini vermişti.”

Eşine cevap vermedi artık. Eskimiş boyasız ayakkabılarını ayağına geçirdi. Ayakları ağrıyordu. Küçük adımlarla ve düşünceli bir şekilde camiye vardı. Cemaat yeni yeni geliyordu.  Ramazan’ın coşkusu yürekleri doldurmuş; insanlar genç, yaşlı, kadın, erkek, çoluk, çocuk eski küçük tarihi camiye akın ediyordu. En ön safa geçti. Takkesini başına geçirdi. Vaaz vermekte olan Hoca Efendi’yi dinlemeye başladı. Hoca Efendi bakışlarını cemaatin üzerinde gezdirdi ve gür sesiyle tane tane şu olayı anlatmaya başladı:

“Onun günlerce ağzına tek lokma koymadığı günler oldu. Bazen aylar geçerdi de evinde bir çorba kaynamazdı.

Bir gün namaz kılıyordu. Kıldığı bir nafile namazdı ve Allah Resulü oturarak namazını kılmaktaydı. Ebu Hüreyre namazdan sonra sordu: “Ya Resulallah! Bir hastalığınız mı var?”

Allah Resulü cevap verdi.

“Ya Ebu Hureyre! Açlık takatimi kesti. Günlerdir ağzıma götürecek bir lokma bulamadım. Onun için namazımı oturarak kılıyorum.”

Ebu Hureyre bu söz üzerine ağlamaya başladı. Allah Resulü ise onu şu sözlerle teselli etmeye çalıştı.

“Ağlama ya Ebu Hureyre, burada çekilen açlık insanı ahiret azabından kurtarır.”

İmam Efendi burada bir an durdu. Belli ki duygulanmıştı. Sesi hafif titreyerek sözlerine devam etti.

“İşte Allah Resulü bu kadar hassas duygular içinde yaşamaktaydı. O isteseydi belki önüne en mükellef sofralar kurulurdu. Ama o bir önder kişiydi. Ona iman edenler içinde nice yoksullar, fakirler, açlar varken o sultanlar gibi yaşayamazdı. İşte bu yüzden bir fakir gibi yaşıyor, kendisine gönderilen hediyeleri bile dağıtıyor, yanına hiç bir şey bırakmıyordu…”

Sabah evden çıkmadan önce eşi seslendi:

“Oruçlusun, kendini fazla yorma.”

“Olur…”

Yine dışarı çıktı, iş aradı akşama kadar. Akşam ezanına yarım saat kala eve geldi. Yine eli boş dönmüştü. Yapacağını yapmıştı, takdir Allah’ındı. Eskiden bu eve girdiğinde mis gibi yemek kokuları karşılardı onu. Özellikle aylığını aldığında et alırdı kasaptan, tatlı alırdı, çocuğuna oyuncak, kalem, çikolata alırdı. Eli dolu dolu olurdu poşetlerle. Oysa haftalardır eve sadece ekmek getirebiliyordu. Şimdi ise çok iyi tanıdığı bir koku karşıladı onu. Anasının yapıp gönderdiği mis gibi tarhana çorbasının kokusuydu bu. Zaten ne zamandır başka da yedikleri bir şey yoktu neredeyse. Mutfağa girdi. Boş raflara, kavanozlara, içinde dünden kalma bir ekmek bulunan ekmek sepetine baktı. Sonra buzdolabını açtı, hiçbir şey yoktu içinde neredeyse. Buzdolabını kapattı, dolaplara, raflara, çekmecelere bakıyordu. Eşi ise bir köşeden kendisini izliyordu. Sanki bir şey arıyordu Mehmet, arada bir şey söylüyordu kendi kendine. Eşi kulak kabarttı ne diyor diye. En sonunda duydu. “çok şükür” diyordu Mehmet. Mutfağın her yerine baktıktan sonra eşine döndü. Gözleri dolu doluydu, neredeyse ağlayacaktı. Eşine döndü:

“Evimiz bu gün Allah Resulü’nün evine ne kadar benzedi değil mi Zeynep?”

Eşi sarıldı Mehmet’e, evet haklıydı eşi. Allah Resulü’nün evindeki gibiydi. Hiçbir şey yoktu evlerinde. Bir çorbaları vardı ona da şükrettiler.  En azından aç yatmayacaklardı. Yarına Allah kerimdi. Gün doğmadan neler doğardı. Ve âlemlerin rabbi bir kapıyı kapatıp diğerini açmaz mıydı kullarına.

Ertesi akşam yine teravihten döndü Mehmet, kapıyı açtığında eşinin gülümseyen yüzüyle karşılaştı. Yüzü apaydınlıktı. İyi bir haber almış gibi bir hali vardı.  O da gülümsedi eşine ama sormadan da edemedi:

“Hayırdır, ne oldu sana böyle.”

“Hüsamettin Amca’yla hanımı geldi, sana iyi bir haberi varmış.”

Hüsamettin Amca yıllar önce fabrikada iş bulmasını sağlayan bir baba dostuydu. Rahmetli babasının çok eski arkadaşıydı. Onun yerine işe başlamıştı. Emekli olduktan sonra memleketine dönmüş oraya yerleşmişti. Demek ziyaretlerine gelmişti, acaba getirdiği iyi haber neydi?

İçeri girdi, misafirlerinin elini öptü.  Hal hatır sorduktan sonra Hüsamettin Amca biraz sitemkâr bir şekilde:

“Ya hu Mehmet, nerelerdesin hiç arayıp sormaz oldun.”

“Haklısın abi, bizim kusurumuz.”

“İşten ayrılmışsın, dün fabrikaya uğradım onlar söylediler, anlattılar her şeyi.”

Mehmet cevap vermedi.

“İş bulabildin mi bari?”

“Henüz bir haber yok.

“İyi o zaman, ben sana buldum.”

Ve anlatmaya başladı Hüsamettin Amca:

“Benim kızım ve damadım Ankara’da oturur.  Kızım ne zamandır ziyaretlerime gelmemi söyler durur telefonda, ben de dayanamadım hem onları görmek, torunlarımı sevmek, Ramazan’ın bir kısmını burada geçirmek ve fabrikadaki eski arkadaşlarımdan görebilmek için birkaç gün önce Ankara’ya geldim. Buraya gelmek için sebebim çoktu ama Allah’ın işine bak, ben asıl senin için gelmişim. Dün fabrikaya gittim, eski arkadaşlarla görüştüm seni sordum, Şef Nurettin anlattı bana yaşadıklarını, çok üzüldüm. Ev adresini ve telefonunu ondan aldım. Sonra seni aradım ama telefonun kapalıydı. Aklıma bizim damat geldi. Damat’ın işlettiği büyük bir market var, geçenlerde depo sorumlusunu işten çıkartmış. Adam mal mı kaçırıyormuş neymiş. Bana “Baba, şöyle helal süt emmiş tanıdığın güvenilir birisi var mı?” diye o zaman sormuştu. Senin durumunu öğrenince damadı aradım “Aradığın gibi güveneceğin birini buldum” dedim. O da birisini işe almamış Allahtan, akşam müsait olursun diye bu saatte yengeni de aldık geldik, yarın buluşalım. Bir de damat seni görsün; tanışın görüşün, inşallah hayırlısı olur.”

Mehmet ve eşi duyduklarına inanamıyordu, bu duydukları gerçek miydi? Nasıl teşekkür edeceklerini, ne diyeceklerini şaşırdılar. Ne zamandır bu evde  kendilerini şu andaki kadar mutlu hissetmemişlerdi.

Üç gün sonra yeni işine başladı Mehmet ve eski huzurlu, geçimli günlerine geri döndüler.  Allah’ına hep şükretti, en dar anında da en geniş anında da, verdikleri için şükretti, vermedikleri için isyan etmedi, her şeyin hayırlısını diledi. Zenginlik onun için kimseye muhtaç olmamaktı.

Onlar hep böyle yaşadı…

Bu yazıyı paylaş:

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Bu yazarın toplam 2 eseri bulunmaktadır.

Yazarın diğer yazıları