DergiZan

Yazı ve Sanat Ülkesi

Sarmısaklı Yoğurt / Mustafa Alagöz

Sahibinin oğlu ile aralarında yıllardır süren bir husumet vardı. Çoban eşeği, sahibinin oğlunun her türlü hakaretini hep görmezden gelmiş, içine atmıştı. Belki kabahat biraz da kendisindeydi. Çünkü kendisi de bir yerde durmuyor, onun başına hep olmaz işler açıyordu. Hem sahibinin oğlunda hem de kendisinde gençlik yıllarının verdiği serkeşlik vardı. İkisinin de deli zamanları idi. Akılları bir karış havadaydı.

Zürbe evin en büyük oğlu, obanın baş çobanıydı. Biraz fazla özgüvene sahip olması bundandı. Babasına erken yaşlarda başkaldırmıştı. Babası da alttan alarak onu serbest bırakmıştı. Bu duruma babasının da içten içe sevindiği söylenebilirdi. Çünkü babası pek evde oturan bir insan değildi. Babasının bir biçeri vardı. Köyde herkesin tarla biçme işleri sadece ondan sorulurdu. Buna karşın oldum olası yaylaları sevmezdi. Evleri yaylaya çıkınca o tek başına köyde kalır, sıcak yaz ayları boyunca tarla ve çayırların biçme işlerini yapardı. Bu durumda Zürbe’nin ev işlerini eline alması tabii ki babasının da hoşuna gidecekti.

Zürbe’nin babası şoförlük bilir, makinalardan da anlardı. Civardaki ağaların, beylerin bir traktörleri mi bozuldu, hemen onu çağırırlardı. Kendisine tatlı dille; “Usta, ancak sen bizi bu meretten kurtarırsın” dediler mi? Ustanın gözlerine artık hiçbir şey gelmezdi. Usta kendi evini, yaylada çoluk çocuğunu unuturdu. Haftalarca o traktörle uğraşır dururdu. Ne zaman ki tamir işleri biterse, usta evine ancak o zaman dönerdi. Ne var ki işleri yarıda kalmış, ekinler sararmış, tarlalar sulanmamış, yaylada zamanı geçmesine rağmen kuzular henüz kırkılmamış olurdu. Bu durumu eşi kendisiyle çok konuştu. O da her defasında müteessir olur; “Tamam” derdi. “Çoluk çocuğum var efendim” derdi. “Bana ne, ağanın traktörü bozulmuş, falan beyin zavotunda süt makinesi bozulmuş, falankesin kamyonu İran’a gidecekmiş, şoförü yokmuş bana ne, bütün işlere ben mi yetişeyim” derdi.

Bütün konuşmalar boşuna; kulağında o motor hırlaması, parmaklarında o ince makine yağı kayganlığı, gözünde uzayan o İran yolları yok mu? Onu deli ediyordu. İçten içte hep ağadan bir haber beklerdi. Bakmışsın bir haber köye ulaştırılmıştır. Ağa der ki, “Usta koşup yetişsin, acemi şoför traktörü bozmuş, motor yatak sarmış, ya da şoför, kamyonu İran’da bırakıp kaçmış”. Usta yetişsin denildi mi? Artık o uçarak gidecekti. Ne eşi ne de iş güç, hiçbir şey onu yolundan alıkoyamazdı.

Zürbe bütün bunlardan dolayı çocukluğundan beri babasına karşı hep öfkeliydi. Babası bırakıp gidince işler hep onun cılız omuzunda kalmıştı. Erken yaşında, ilkokuldan sonra, evin erkeği olmuş, kardeşlerine babalık etmiş, işleri hep o yürütmüştü. O büyüdükçe babası içten içe sevinir eve daha bir uğramaz olurdu. Yaylalarda çobanlık, köyde çayır hasadı hep Zürbe’ye kalmıştı. Zor şartlar onu erken yaşında pişirmişti.

Zürbe ince yapılıydı. Boyu, yaşıtlarından daha uzundu. Burnu tıpkı dedesinin burnu, kemerli, kısa süren yazın dışında hep akardı. Dizden aşağı bacakları içe doğru kavisliydi. Fakat çevikti. Saçları sarıydı. Cevval bir gençti, teke tek kavgada asla dayak yemişliği yoktu. Birden fazla kişi dahi saldırırsa içlerinden kolayca sıyrılırdı. Hele ki o meşhur iki alaca sarı köpeği yanında olsun, koca bir oba gelse geri adım atmazdı. Kendisine atılan ilk değneğin takırtısında köpekleri saldırırdı. Zürbe zamanla yağız bir delikanlı olmuş, halasının güzel kızı Gevez ile nişanlanmıştı. Askerliğini bitirmiş, köye yeni dönmüştü. Bu yıl yayla dönüşü büyüklerin kavli üzerine evleneceklerdi.

Yazları Iğdır Ovası’nın sıcağında sürü beslenemezdi. Hem aşırı sıcaklar hem de otlak eksikliği buna elvermezdi. Ovanın sıcak havasında sürülere sarılık düşmesin diye nisan başlarından itibaren kırlara çıkarılırdı. En erken kısır koyun sürüleri çıkar, sadece çobanlar gider, kırlarda otlatır geceleri ise üstü açık ağıllarda yatırırdı. Sürüler birkaç günde bir Karasu Irmağı’nda sulanmak üzere düze indirilirdi. Tuz ihtiyacını gidersin diye haftada bir, çorak toprakların olduğu köyün ortak merasına getirilirdi. O gece sürüyü ikinci bir çoban idare eder, Zürbe eve gelir, yıkanır, üst başını değiştirirdi. Annesinin hazırladığı öteberiyi, köpeklerinin yiyeceğini alır, geri giderdi.

Böyle zamanlarda Zürbe bir kaçamak yapar, sinirli halasına yakalanmadan gece nişanlısıyla buluşurdu. Evin yakınındaki bataklıktan gelen kurbağa sesleri eşliğinde el ele tutuşur, düğün günü üzerine konuşurlardı. İkisi ilkokulu beraber okumuşlardı. Birbirlerini küçüklüklerinden beri seviyorlardı. Büyükler eskiden beri onları hep birbirlerine yakıştırıyorlardı. Adı konulmayan fakat bilinen bir beşik kertmesi durumu vardı. Zürbe bu buluşmadan dolayı bütün yorgunluğunu unuturdu. Dere tepe demeden sürünün ardından dolaşan, sürüyü evirip çeviren Zürbe kısa bir sürede çocukluğundaki gibi hafifler, uçardı.

Dağ başında, soğuk gecelerde tek başına, sadece yanında bulunan iki köpeğine güvenerek üstü açık bir ağılda sürüyü yatırırdı. Sabaha kadar kurt ulumaları, köpek havlamaları eşliğinde tütün içer, gözüne bir damla uyku girmezdi. Uzayan geceler boyunca Gevez’i düşünürdü.

Sürünün çoğu babasının olsa da koca bir obanın rızkı kendisine teslim edilmişti. Baş çobanlık kolay alınan bir paye değildi. Küçüklüğünden beri buna hazırlanmıştı. Nenesi o iyi bir çoban olsun diye sünnet etini dualarla bir ağılın altına gömmüştü. Şeyhlere muskalar yaptırmıştı. Zürbe baş çobanlığı hak etmek için uzun yıllar boyunca yardımcı çobanlık yapmıştı.

Artık Zürbe’nin de yardımcı çobanı vardı. Yardımcı çoban henüz kıra çıkmamıştı. Köyde kendi ağasının anaç koyunlarına bakıyordu. Yardımcının işi daha zordu. Yeni doğmuş yüzlerce anaç koyunu idare ediyordu. Doğum zamanı her gece onlarca kuzu doğar, çoğu birbiri ile karışırdı. Böyle vakitlerde bütün ev halkı seferber olurdu. Bu işleri ancak deneyimli biri, o evde uzun yıllar çoban olan biri yapabilirdi. Çoban, akşama kadar zibil içinde, ilk kez doğmuş, kuzusunu kabul etmeyen genç koyunları kovalardı.

Kuzular sabah ve akşam olmak üzere iki kez emzirilirdi. Kuzu katımı esnasında bir curcuna başlar, her koyun kuzusu ile buluşuncaya kadar sürerdi. Sütünü erken bitiren kuzular ortalıkta hoplar zıplardı. Derken ortalık bir türlü durulamazdı. Bazı haylaz kuzular annesinden sonra diğer koyunların da sütünü emerdi.

İkiz doğan kuzular diğerlerinden ayrı yerde tutulur, ayrı emzirilirdi. Evin bütün fertleri orada hazır olurdu. İkizlerden biri iki tarafı da emesin diye herkes elinde bir kuzu ile dolaşırdı.

Vakti gelince yamaçlarda traktörlerden siyah dumanlar yükselir, çadırlar kurulur, anaç sürüler de kıra çıkardı. Uzayan kış ayları boyunca sessiz kalmış kırlar oba öbekleri ile şenlenirdi.

Kırda kalma süresi, gidilecek yüksek yaylarda karın erimesine bağlıydı. Yüksek yaylaya göç etme zamanı genelde yaz başlarına denk gelirdi. Sürü peşinde geçen zorlu yolculuklarda çobanların saçı sakalı karışır, avurtları çöker, bitlenirlerdi.

Kamyonların çıkamadığı yerden itibaren yaylaya kadar evler at, eşek, öküz sırtında taşınırdı. Bu yüzden her evin çok sayıda eşeği olurdu. Göç zamanı bütün aile fertleri özellikle en kuvvetli eşekleri olan Zeytun’a hayrandı.

Zürbe, eşeğine küçüklüğünden beri hep özel bakardı. Zamanla aralarında soğuk rüzgârlar esmeye başladı. Ev halkı bu eşeği çok sevdiğinden Zürbe’nin onu ezmesine razı değillerdi. Zürbe’nin zulmünden korktukları için de ses çıkaramıyorlardı. Zürbe’nin eşeği ile husumeti ilkin kırda başladı. İkisinin de deli çağlarıydı.

Çoban eşeğine de belki hak vermek lazımdı. Kırda, sürünün içinde uslu uslu duracak zaman değildi. Düzde sevdiği arkadaşları vardı. Köyde boz kısrağı ile bir düzine yavrusu vardı. Zeytun grubun aygırıydı. Ama şimdi öyle mi? Tek başına, sırtında çoban keçesi, su bidonları, yürüdükçe tıngırdayan çaydanlık, tencere ve öteberiden oluşan ağır yüküyle sürünün peşinde sürekli dolanıp dururdu.

İki yardımcısı olan köpekleri ise aynı kayanın gölgesine serilmiş, uyuklardı. Ama kulakları uyanık, bir hışırtı beklerdi. Bir tavşan kalkmaya görsün sürünün önünden; peşinden uçarlardı, yakalamadan dönmezlerdi. Zürbe köpeklerini, koyduğu isimlerle çağırırdı. Başlarını okşar, severdi. Aralarında çetin kavgalardan kalan sırlarla pekişmiş bir dostluk vardı. Ama Zeytun ile öyle mi? Geçenlerde uzaktan uzağa diğer obaların eşeklerinin anırmalarına kulak kabartmış, yalnızlığını bahane ederek yine sırtındaki öteberi ile köye kaçmıştı.

Zürbe gece soğukta keçesiz, aç, susuz ve en önemlisi tütünsüz kalmıştı. Sabaha kadar soğukta kaval çalmış, sevgilisini düşünmüştü. İhtiyar teke yanı başında bir gölge gibi beklemiş ona gece boyunca yarenlik etmişti. Zürbe, bir yandan fena kızmış, rest çekip sevdiğine kaçtığı için eşeğe bir yandan da gıpta etmişti. Firar meselesinden sonra Zeytun kulaklarını dikti mi? Zürbe huylanır, onu değnekle döverdi. Bu dövmelerin peşinden eşeğin de hıncı gittikçe artardı. İkisi de aynı şeye üzülüyor, aynı şeye seviniyordu. Belki de husumet, kavga oradan geliyordu.

Evler kıra gelmişti. Çadırlar kurulmuştu. Nişanlısının evleri de aynı obada olan baş çobanın keyfine diyecek yoktu. Gündüzleri siyah bazalt kayalıklarında ötmelerini takip ederek topladığı keklik yumurtalarını ve onların üstüne koyduğu bu kırların en büyük süsü şah perçeminden bir demeti nişanlısına armağan gönderirdi.

Çoban kısır sürüyü evlere fazla yaklaştıramaz, ancak geceleri sürüyü evlerin yakınında yatırırdı. Bir kaçamak yapar, Gevez’le buluşurdu. Böyle bir gecede sürü sivrisineklerden dolayı sürüklenip gitmişti. Zürbe döndüğünde, sürüyü yerinde bulamamış, obaya haber vermişti. Herkes sürünün peşine düşmüş, gece vakti dere tepe aramıştı. Sürünün yaptığı gibi o da serin yelin estiği tarafa yüzünü vermiş, sürüye aç kurtlardan önce yetişmişti. Köpekler de sürü ile beraber gitmişlerdi. Köpekler olmasa kutlar sabaha kadar sürüyü sürüp yarlardan atacak, hepsini sarp kayalıklarda boğup parçalayacaktı. Her yıl bu kırlarda böyle olayalar yaşanırdı, nice fakirlerin evleri böyle yıkılırdı.

Nisan ayı ile başlayan kır çiçeklerinin sefası biraz da bahar yağmurlarına bağlıdır. İlk etapta eteklerde başlar çiçeklenme, peşinden havanın ısınması ve yağmurun durumuna bağlı olarak Ağrı Dağı’nın geniş gerdanı her geçen hafta biraz daha yukarı tırmanmak üzere gelincik halkaları ile bezenmektedir. Bu göz alabildiğine genişleyen kırmızı renkli halkaların arasına papatyalar, mor sümbüller, sarı kır çiçekleri ve adını bilmediğiniz envaı çeşit çiçek öbekleri de katılır. Ama en belirgin renk kuşağı kilometrelerce tırmanan gelinciklerin alıdır. Bir hafta önceki kırmızı çiçek kuşağı, bakarsınız bu sefer daha bir yukarılara tırmanmış, yerini sarı kır çiçeklerine bırakmıştır. Gelincik katmanı artık dağın eriyen karlarını takip ederek zirvelere doğru çıkmıştır. Kır dönemi bitmiş, Ağrı Dağı’nın etekleri haziran sıcağı ile dolmuş, susuzluktan çoban köpeklerinin dili sarkmış, her kayalıkta birer keklik zikre gelmiş gazel okumaktadır. Obaların artık yüce yaylalara göç etme zamanıdır.

Akşam üzeridir. Zürbe, köpeklerini havalı havalı çığırmaktadır. Sevgilisine belki de sesini duyuracaktır. Beş altı yüzlük koyun sürüsü toz duman içinde yamacı aşmaktadır. Çoban, eşeğine binmiş bir süvari gibi sürünün peşinden şahlanmaktadır. Nasıl hızlı eşek sürdüğünü bir an nişanlısının da görmesini istemektedir. Bir arzusu daha yerine gelmektedir. Elinde teneke çıngırakla kuzuları toplayan Gevez dâhil bütün oba halkı onu izleyip, gıpta etmektedir. Zürbe, kışın suyu akan, bu mevsimde kurumuş olan bir yardan aşağıya doğru Zeytun’u dehleyerek hızlıca inmiş, aynı hızla karşı yamacı çıkmaktadır. Hayvan, doğuştan solak olan Zürbe’nin değneğinden her gün olduğu gibi yine nasibini almaktadır. İki köpeği de tırısa geçmiş, peşinden adeta uçmaktadır. Dağların gölgesi uzamış, çadırlara doğru inmeye başlamış, Zürbe karşı yamaçta ilerlediğinden güneşin bütün ışıkları, onu sahnedeki aktörler gibi aydınlatmaktadır.

 Eşek, çobanın havasını sezdi. Nişanlısına gösteriş yapmasını kıskandı. Karşı yamaçta sevdiği boz kısrağı gördü. Sırtından soğuk bir ter attı. Yediği dayak canına tak etti. Kulaklarını arkaya doğru indirdi. Başını aşağıya eğdi, hızlandı. Dişilerine başka bir erkek yaklaşırken ki gibi delirdi. Gözleri karardı. Kimseyi duyamaz oldu. Zürbe’nin ağırlığı ona tüy gibi geldi. Arka ayaklarıyla havaya çifte savurdu. Peşinden hızla şaha kalktı. Bir iki sıçrayıştı Zürbe’yi yamacın kenarındaki taşkın zamanlarında oluşan iki üç metrelik yardan atmıştı.  

Zürbe beyaz kireç taşlı yardan uçtu, toz dumana bulandı. Bereket versin kafası bir taşa gelmedi yoksa canından olacaktı. Gevez dizlerini dövüyor, dili tutulmuş, bağıramıyordu. Çoluk çocuk herkes Zürbe’ye doğru koşuyordu. O beş altı yüz metrelik uzaklık sanki aniden çok öteye gitmiş, uzaklaşmıştı. Gevez artık gelinlik yapmayı, utanmayı bıraktı nişanlısına koştu, yetişti. Yarın dibinde debelenen Zürbe’yi kaldırdı. Yüzünün terine yapışmış beyaz tozları etekliği ile sildi. Kırılan kafasına, yarılan kaşına baktı, ağladı, dövündü. Kadınlar topladılar başlarına. Kırılan kafasına tülbentler bağladılar. Çadıra getirip incinen kollarına hamur çektiler.

Zeytun ise arkadaşlarına yetişmiş, onları da önüne katarak sanki İran sınırına yetişecekmiş gibi Zürbe’nin zulmünden kaçıyordu. Kaçan eşekleri çocuklar zor bela çevirebilmişlerdi. Zürbe utanmış, onuru incinmişti. Başı önünde, artık köpeklerini yüksek sesle çağırmadan sürüyü geceye katıp gitti.

O gece Gevez’in gözüne uyku girmedi. Hem utandı hem üzüldü. Zürbe ise her tarafı ağrıdığından eşeği değnekle bir güzel dövemedi. Zeytun hiç de oralı değildi. Artık sahibini alt edebileceğini öğrenmiş, içten içe seviniyordu. Zürbe’nin onu, sevgilisi karşısında ezmesi ve kendi nişanlısına da hava atması hayvanın onurunu incitmişti.

Zürbe o gece Zeytun’dan uzak durdu. Gece sürü gittiğinde haberdar olsun diye tekeyi bir kendirle koluna bağlardı. Bu gece o kendirle eşeğin ön iki ayağını birbirine bağladı. Gizlice sürünün arasına sokulup orada uyudu, ama kulağı hep tetikteydi. O yardan yuvarlandığından beridir Zeytun’dan korkuyor, gece kendisini öldürebilme ihtimalini ciddi ciddi düşüyordu. Çünkü kendinden biliyordu ki birine kızdı mı? Ona her türlü zararı verebilirdi.

Zürbe, eşeğinde bir çeşit kendi yansımasını görürdü. Bu kadar kendisine benzemesinden ürperdi. Aralarındaki ezeli mücadele onun aleyhinde ilerliyordu. Bu böyle gidemezdi. Bir çare bulmalı, öcünü almalıydı. Nişanlısına ve tüm obaya karşı rezil olmuştu. Kaç gündür utancından sürüyü obaya yaklaştıramıyordu. Kaval çalamıyordu. Gevez sesini duyar da üzülür diye köpeklerini yüksek sesle çağıramıyordu.

Zeytun, zeytin karası bir renge sahipti. Boyu, ortalama boyda bir insanın neredeyse meme hizası kadardı. Alt dudakları şişkince ve hep sarkardı. Delirdi mi? gözleri çakır çakır volkan camı gibi yanardı. Sanırsın içinde deli bir cin vardı. Yağlı gibi duran tüyleri hep tımarlı gibi ince kadifemsiydi. Siyah renginden dolayı ismine Zeytun denmişti. Kuyruğu dibinden yoktu. Gençliğinde yine deli halleri üzerindeyken olan olmuştu. Komşu abanın eşeklerinin hışmına uğramış kuyruğundan olmuştu.

Zürbe planını kurmuş, obanın yaşlılarından icazet almıştı. Zaten her şey onların gözleri önünde olmamış mıydı? Onu az daha öldürmüyor muydu?

Bu böyle olamazdı. Delirmeler, kaçmalar. Komşu obaların dişi eşekleri peşinden gitmeler. Başka aygırlarla kavga etmeler, yara bereler. Bütün bunlar yetmezmiş gibi bir de baş çobanı öldürmeye kalkışmıştı.

Bu obaların geleneğinde de vardı, yük hayvanı olsun, teke olsun, arabaya koşulan atlar, sabana süren öküzler olsun kısırlaştırılırdı. Kısırlaştırılan hayvanlar hem uysal hem de güçlü kuvvetli olurdu.

Zeytun da iğdiş edilmeliydi. Zürbe komşu obadan bir iğdiş aleti getirmişti. Gizlice denklerin dibine saklamıştı. Zürbe, eşeğinin gece kendisini uykuda yakalayıp iğdiş edeceğinden korkuyordu. Gecelerce yarım yamalak düşler görüyordu. Düşlerinde Zeytun, onu iğdiş ediyordu. Bu düşleri, eşeğini kısırlaştırmayı planladığından bu yana görmeye başlamıştı.

Komşu obadan da iki çoban arkadaşını çağırdı. Hepsi bir oldular Zeytun’u yere yıktılar. Kendirlerle dört ayağını, koyun kırpar gibi çaprazlamasına bağladılar. Eşeğin kafasının üzerine Zürbe’nin ter kokulu, yakası yağlı ceketini örttüler. Sarımsaklı yoğurt hazırladılar.

Obanın kadınları olanları uzaktan izliyordu. Ağızlarını tülbentlerinin uçlarıyla kapatarak dehşet içinde bakıyorlardı. Yapacakları bir şey yoktu, yaşlılar rıza göstermişti.

Zeytun kafasını sallamaya başladı. Kötü bir şeylerin olacağını anladı, debelenmeye başladı. Zürbe’nin ensesi kirden katmerlenmiş ceketini yüzünden attı. Gözlerine toz toprak girmeye başladı. Kafasını bir iki kere yere vurdu. Kurtulma ihtimalinin olmadığını anlayınca durdu. Gözü otların arasından, uzakta duran boz kısrağı ilişti. Gözünün çevresindeki ıslaklık toza bulanmıştı. Bir taraftan da karasinekler gözünün çapağına konup duruyordu. Başını hafifçe kaldırdı. Arkadaşları uzaktan kulaklarını sağa sola sallayarak ona doğru bakıyorlardı. Ön ayaklarını yere vurarak ona doğru gelmek istiyorlar, fakat korkudan yanaşamıyorlardı.

Zürbe’nin elinde metal bir alet vardı. Aletten yansıyan ışınlar arada bir Zeytun’un gözünü alıyordu. Bu ışıltılar onu geçen yılki yayla dönüşüne götürdü. Aladağ Yaylası’ndan iniliyordu. Zeytun ve arkadaşları yaylalarda semirmişti. Sırtlarındaki, denklerden dolayı oluşan yara izleri kaybolmuş, sağrıları genişlemişti. Asfalt boyunca ilerliyorlardı. Kamyonlar gelip geçiyordu. Zeytun ve boz kısrak asfalta dökülen şeker pancarlarını kemire kemire yürüyorlardı. Geçen yıl gönüllerinde ne dert ne tasa vardı. Kamyonlar, sürünün karşıya geçmesini beklerken korna çalıyorlardı. Zeytun’un gözlerine kamyonların camlarından yansıyan ışıklar çarpıyordu. Işıltılı bir kamyon onu az daha eziyordu. Bir an ölüm korkusu içini yoklamıştı. Sırtından damar damar soğuk bir ter yürümüştü.

Eşek düşüncelere dalmışken çobanlardan biri boynuna çöktü, ayağı ile kafasını bastırdı. Diğerleri üzerine çullanıp oturdu. Zürbe o ışıltılı aletle eşeğin hayâ yerine davrandı. Elleri ile kavradığı yumurtalıklarını soğuk bir aletle sıktı. Cendere daralmaya başladı. Hayvanın gözleri yuvalarından fırlayacak gibi oldu. Bu acı, eskiden rakip eşeğin onun kuyruğunu kopardığında hissettiğinden daha iğrençti ve gittikçe da şiddetleniyordu. Hayvan durumu geç anladı. Köyde, uzun kış gecelerinde, aynı ahırı paylaştığı, çifte sürülmek üzere iğdiş edilmiş öküzlerin o alevsiz, o dingin halini hatırladı. Kısırlaştırılan öküzlerin iyileşme döneminde kullanılan sarmısaklı yoğurdun haftalarca devam eden kokusunu hatırladı.

Olan olmuştu. Zeytun kısırlaştırılıyordu. Burun deliklerinin iç çeperleri acıdan sızlıyordu. Keskin bir sarımsak kokusu etrafa yayılıyordu. Zeytun’un yumurtalıklarına; şişliği erken gidermesi ve sineklerin konmasına mani olması için sarmısaklı yoğurt sürülüyordu. Çok iyi biliyordu ki artık vakitli vakitsiz dellenemeyecekti. Kısrakların peşinden koşamayacaktı.

Kafasını bir iki defa kaldırdı. Anırmak, arkadaşlarından yardım istemek geçti içinden. Tülbentlerinin ucu ile gözyaşlarını silerek onunu durumunu izleyen kadınlardan aman dilemek istedi. Neden sonra her şeyden vaz geçti. Ses etmedi. Anırmadı. Zaten ona yakışmazdı da. Sadece zaman varken neden Zürbe’yi öldürmediğine yandı. Yöredeki obalarda kendisinden habersiz büyüyen onlarca yavrusunu düşündü. Belki de ölmek istedi.

Uzaktan kederle kendisinin iğdiş edilişini izleyen boz kısrağa bakarken utandı utandı. Tıpkı Zürbe’nin yardan düşlerken nişanlısından utandığı gibi. Kafasını yarı baygın yere son bir iki kez vurdu. Yere bakan gözüne kuru topraklar doluyordu. Burun delikleri kocamam açılmıştı. Giderek kafası iyice hareketsiz kaldı. Ağzını tülbendinin ucu ile kapatmış sessiz sesiz ağlayan Gevez, yamaçta durmuş, uzaktan, çadırların üzerinden, Zürbe’ye bakıyordu. Zürbe o an onun gözünde küçülmüştü. Oysa Zürbe kendince zafer kazanmıştı.

Bayılmadan önce Zeytun’un gözünden yaşlar akmaya başladı. Etrafta toplanmış çoluk çocuk kalabalığının ayakları altından uçuşan tozlar gelip hayvanın yüzündeki yaşlara konup çamurdan beyaz birer çizgi oluşturuyordu. Çoban eşeği, hayatında belki ilk kez ağlıyordu. Kendisine aşırı ağır gelen acıdan dolayı kendinden geçti. Yarı açık kalan ağzından ta ciğerlerine kadar bozkırın ılık yeli ile beraber tozlar dolmaya başladı.

Mayıs 2023

Bu yazıyı paylaş:

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Bu yazarın toplam 18 eseri bulunmaktadır.