Aşk Şehidi: Hallac-ı Mansur / Abdulbari Karabeyeser
“Bir Hallaç vardı koca adam
İnsanüstü gerçeklerle uğraşan
Bilerek kucakladı ölümü.”
Mustafa Miyasoğlu
Girizgâh
Hallac-ı Mansur ile ilgili okuduğum en son kaynak Yaşar Nuri Öztürk’ün iki ciltlik “Hallac-ı Mansur” kitabı oldu. Diyebilirim ki Hallac’ın ruhundan en uzak eser o idi. Yaşar Nuri orada Hallac’ı anlatmaktan çok Hallaç ile bizi dövmeye kalkışan agresif bir yazar olarak gördüm. Her sayfasını binbir ümit ile çevirdiğim kitabı son sayfasına kadar okudum ancak Hallac’ı bulamadım. Onun yerine Yaşar Nuri ’nin darağacına çekmeye çalıştığı “Gerçek Hallaç Severler” vardı yani bizler vardık; Yaşar Nuri ’ye papuç bırakmayan bu asrın mütedeyyin insanları vardı. Ebuzer’i ilk sosyalist ilan eden Yaşar Nuri ’den de başka bir şey beklenemezdi zaten.
O halde neden girizgâha Yaşar Nuri ile başladım? Tabiî ki amacım sizleri onun kitabından haberdar etmek ya da onu anmak falan değil, dikkatinizi bir başka konuya çekmektir. Yaşar Nuri ’nin “Hallac-ı Mansur” kitabına ilk başladığımda Kel Hoca ile karşılaşmıştık. Ona bu eserden söz ettiğimde “Dikkat etmek lazım bu adam, insanı dinden imandan eder!” demişti. Ama gene de merakımdan dolayı her iki cildi de sonuna kadar okudum. Okuyup bitirdikten sonra ki kanaatim Kel Hoca’nınkinden çok farklı olmadı.
Sağlam bir temele sahip olmayan birine bu kitabı okutursanız adamı dinden imandan edersiniz. İmdi diyeceğim o ki “domuza binerim Kabeye giderim” demeyiniz çünkü domuzun Kâbe’ye gideceği falan yok. Öğrenmek istiyorsanız doğru kaynakları seçmelisiniz. Niyeti temiz o
lmayanların temiz gibi görünen amelleri sizi yanıltmasın çünkü onlar ayaklarınızı kaydırmak için hazır kıtâ bekleyen şeytanın milis kuvvetleridir.
Bu girizgâhtan sonra Hallaç ile ilgili bir bibliyografya vermek isterdim ama ne yazının formatı buna müsaittir ne de böyle bir hazırlık içindeyim. Ama şunu eklemekte fayda var: Tüm okumalarımızda mutlaka ama mutlaka kaynak seçimine dikkat etmeliyiz. Böyle bir sorumluluğumuz olmalıdır. “Kişi arkadaşının dini üzeredir” der efendimiz. Cümleyi, cümledeki “arkadaş” kelimesini kitap” ya da“yazar” kelimeleriyle değiştirdikten sonra tekrar okursanız varacağınız yer gene aynıdır. Bilmiyorum anlatabildim mi?
Hallac-ın Hayatından Genel Bir Görünüm
Hallac-ı Mansur miladi 858 (244) tarihinde bugünkü İran’ın sınırları içinde bulunan Tur şehrinde doğdu. Soyu anne tarafından Ebû Eyyûb el-Ensârî’ye; baba tarafından ise Mecusi bir aileye dayanmaktadır.
Ailesi pamuk işleriyle uğraşmaktadır. Hallaç ismi de oradan gelmektedir. Asıl adı Hüseyin b. Mansur el-Hallac’dır. Kendisi daha çok babasının ismiyle, Mansûr’la tanındı.
İlk eğitimine Vâsıt şehrinde başladı ve hafız oldu. Vâsıt’tan sonra Tüster’e geçerek Sehl Tüsterî hazretlerine intisap etti. İlk tasavvufi bilgilerini burada aldı. Daha sonra Basra’ya, oradan da Bağdat’a geçti. Bağdat’ın tanınmış sûfîlerinin sohbetlerine katıldı. Cüneyd Bağdâdî ve çevresiyle yakın bir diyalogu oldu. Amr b. Osman el-Mekkî, Ebü’l-Hüseyin en-Nûrî, Şiblî, Cerirî bunların başında gelmektedir. Tasavvuf hırkasını Cüneyd’in talebesi Amr b. Osman el-Mekkî’nin eliyle giydi. Bir süre Bağdat’ta kaldıktan sonra Basralı bir sufinin kızıyla evlenip oraya’ya yerleşti. Burada zahidane bir hayat sürmeye çalıştıysa da kayınpederiyle aralarında vuku bulan anlaşmazlıklar yüzünden Basra’dan ayrılarak hacca gitti. Ardından da Bağdat’a, Cüneyd’in yanına döndü.
Kabına sığmayan bir sufi olarak bilinen Hallac’ın buradaki günleri de fazla uzun sürmedi. Devir sufilere yönelik sert uygulamaların yaşandığı bir dönemdir. Birçok sufi zindanlara atılmış, işkencelere maruz bırakılmış. Bağdat tasavvuf ekolünün başında bulunan Cüneyd, tebasını bu fitnelerden uzak tutmaya, aşırılıklara kaçmalarını önlemeye yönelik sıkı perhizler uygulamaktadır. Bunlara uymayan sufileri de meclisinden kovmaktadır. Cüneyd’in tüm uyarılarına rağmen Hallaç başına buyruk yaşamaktadır. Cüneyd ile aralarında sert tartışmalar yaşandı ve en sonunda Cüneyd onu meclisinden kovdu. Buradan tekrar Tüster’e döndü. Ancak Tüster’de fazla kalmadı ve uzunca bir seyahate çıktı. Horasan, Isfahan, Mâverâünnehir, Sicistan ve Kirman’ı dolaştı. Halka hem vaazlarda bulundu, hem de daha sonra kitaplaşacak şekilde onlarla mektuplaştı. Ahvaz’a geçince ailesini de buraya aldırttı. Burada geniş bir mürid kitlesi edindi ve halkın yoğun teveccühüne mazhar oldu. Halkın kendisine olan bu teveccühüne rağmen şeyhi Amr b. Osman el-Mekkî, Ahvaz halkına kendisine inanmamaları yönünde mektuplar yazdı. Şeyhinin halka kendisini kötüleyen mektupları üzerine ondan giydiği hırkayı çıkarıp attı.
Ahvaz’da iken dörtyüz müridiyle birlikte ikinci defa haca gitti. Günden güne dostları da düşmanları da çoğaldı. Onun dörtyüz müridle birlikte hacca gidişi, halk tarafından yoğun teveccühlere mazhar olurken Ebû Yakub Nehrecorî başta olmak üzere birçok sufi içinde kıskançlık ve suç duyurusuna sebep oldu.
Hac dönüşü önce Basra’ya sonra da Bağdat’a geçen Hallaç burada bir yıl kaldıktan sonra tekrar ikinci bir seyahate çıktı. Bu seyahatini özellikle Müslüman olmayan beldelere yaptı. Deniz yoluyla Hindistan’a giden Hallaç buradan da Horasan, Talekan, Maverâünnehir, Türkistan, Maçin, Turfan ve Keşmir’i dolaştı. Gittiği her yerde yoğun bir teveccühle karşılaştı. İnsanlara Allah’ı ve onun sevgisini, fenâfillahı, gizli sırları anlattı. Onu dinledikten sonra gruplar halinde insanların İslam dinine girdiği rivayet edilmektedir. Bu sayı o kadar çoğaldı ki onun sohbetleri neticesinde Müslüman olanlara Mansûrî denildi. Onun tesiriyle Müslüman olan ahali kendisini değişik değişik isimlerle andı. Hindistan’dan gelen mektuplarda “Ebu’l–mugis”; Çin ve Türk illerinden gelen mektuplarda “Mümeyyiz”; Fars diyarından gelen mektuplarda “Ebu Abdullah Zahid; Horasan’dan gelen mektuplarda “Ebu’l-Mihr”; Huzistan’dan gelenler de “Hallacü’l-Esrâr”; Bağdat ve Basra muhitlerinde de “Müstalem ve Muhayyer” gibi lakaplarla anıyordu.
Hallac’ın ünü arttıkça kendisine yönelik baskı ve şikâyetlerde artıyordu. Şikâyetlerin artması üzerine üçüncü defa hacca gitti (900/288) ve iki yıl orada kaldı. Her anı cezbe ve vecd ile geçen Hallac hac dönüşü Bağdat’a yerleşti. Kalabalık mürid kitlesiyle Bağdat’ın sokaklarında dolaşması, tekbirler getirmesi hakkındaki suçlamaları da artırdı. Karmatîler’in Abbâsî Devleti’ni tehdidiyle başlayan Zenc İsyanı henüz sıcaklığını korurken Hallaç’ın bu galeyanvari hareketleri devleti de temkinli hareket etmeye, yeni bir olumsuzluğun yaşanmamasına dair ciddi tedbirler almaya sevketti. Birçok sufi tutuklanarak hapsedildi.
Şehadeti
Baskıların artması neticesinde Hallaç Bağdat’tan ayrılarak Ahvaz’a gitti. Sûs’ta bir dostunun yardımıyla Dânyâl peygamberin türbesi civarında bir yıl kadar saklandı. Miladi 913 (301) tarihinde yakalanarak Bağdat’a getirildi ve idamla yargılandı. Ancak şâfiî kadısı İbn Süreyc’in ilhama dayanan tasavvufî mahiyetteki sözlerin fıkhî açıdan değerlendirilmesinin yanlış olacağını ileri sürmesiyle idam cezası hapse çevrildi. Tam sekiz sene hapsedildi. Hapiste olmasına rağmen gizlice kitaplar yazdı, hizmetlerine aralıksız devam etti, tebaası giderek artı. Onun bu hizmetlerine karşılık muhalifleri de boş durmadı. Artan şikayetler neticesinde tekrar mahkeme süreci başladı. Delillerin yetersiz olduğu ileri sürüldüyse de vezir Hâmid b. Abbas’ın baskıları karşısında Mâlikî kadısı Ebû Ömer Muhammed b. Yûsuf el-Ezdî Hallaç’ın idamına karar verdi. Karar Halife Muktedir’in onayından geçtikten sonra Hallâc-ı Mansur, 26 Mart 922 (24 Zilkade 309) tarihinde Bağdat’ın Bâbüttâk semtinde burnu, kolları ve ayakları kesildikten sonra asıldı. Başı kesilerek Dicle Nehri üzerindeki köprüye asıldı; gövdesi de yakılıp külleri nehrin sularına bırakıldı. Kesik başı iki gün köprüde asılı kaldıktan sonra Horasan’a götürülüp sokak sokak dolaştırıldı, teşhir edildi.
Attâr’ın aktardığına göre idam edileceği gün vücudundan akan kanla abdest aldı ve şöyle dedi: “Aşk namazının abdesti ancak kanla alınır.”
İdamına neyin sebep olduğu konusu asırlar geçmesine rağmen hala da aydınlatılabilmiş değildir. Ortaya sürülen suçlamalar sadece iddialardan ibarettir. Bu iddiaların başında “Ene’l-Hâk!” sözü gelmektedir. Bunun dışında Abbâsîler’e karşı ayaklanmış olan Karmatîler’le gizlice iş tuttuğu, haccı inkâr ettiği gibi çeşitli iddialar gelmektedir. Onun idamını dini olmaktan çok siyasi karar olarak görenlerin de olması işi hepten çetrefilli bir hale getirmiştir. Büyük bir üne sahip olması, müridlerinin giderek artması, yüksek rütbeli devlet adamları arasında taraftarlarının olması, Zenc isyanına sıcak bakması, mehdî olduğu ve Abbâsîler’i yıkmak için örgütlenen Karmatîler’le gizlice iş tuttuğu gibi birçok uçuk söylenti devleti yönetenleri endişelendirmiş ve nihayetinde fetva kurulu da bu endişeleri dikkate alarak idamını onaylamak zorunda kalmıştır.
Bütün bu dedikoduların yanı sıra dikkatlerden kaçırmamamız gereken bir nokta daha var. O da Hallac’ın hocaları tarafından neden dışlandığı gerçeğidir? Kanaatim o ki Hallac’ı idama götüren sebepler burada aranmalıdır ve bunların başında “sırları fâş etme” meselesi gelmektedir. Hallac’ın idamı esnasında yaptığı şu dua, onun aynı zamanda sırları faş ettiğini kabul ettiğini de göstermektedir: “Yarabbi! Senin kulların beni öldürmek için toplandılar. Onları affet! Çünkü sen, bana gösterdiğin sırları onlara da göstermiş olsaydın, hakkımda böyle düşünmeyeceklerdi. Şayet onlardan gizlediklerini benden de gizlemiş olsaydın, ben de böyle sözler söylemeyecektim.”
Zübde-i makâl
Allah kendisinden razı olsun. O her şeyi dorukta yaşayan ve öyle inanan bir sufiydi. Kuzey Afrika’dan Bengal ve Malaya takımadalarına kadar tebliğ ve irşad amaçlı dolaşan, halkı İslam ile tanıştıran bu gezgin sufi için Allah razı olsun demekten başka bir şey söylemek düşmez bize.
Fikirlerinden dolayı gördüğü baskılara rağmen İslâm âlimleri onun hakkında dört gruba ayrılmışlar: Haklı bulanlar, kâfir ilan edenler, acıyanlar ve sükût edenler. Onu kâfir ilan edenlerin başında tasavvuf düşmanı zahir uleması gelmektedir. Mesela onu meclisinden kovan Cüneyd ya da Amr b. Osman Mekkî gibi tasavvuf âlimleri onun sadece yöntemine karşı çıkmışlar; imanına ya da velayetine bir söz söylenmesine müsaade etmemişler. Sadece onlar değil birçok âlim onun velayetinde müttefiktir. Bunların başında Abdülkādir-i Geylânî, Gazâlî, Kelebâzi, Kuşeyrî, Serrâc, Nasrâbâdi, Hücvirî, Sülemi, Hace Abdullah Herevi ve Ebû Said Ebü’l-Hayr gelmektedir.
Görüldüğü gibi meşayîh-ı kirâmın kahîr ekseriyeti onu savunmaktan bir beis görmemişler, düşüncelerini de paylaşmaktan çekinmemişlerdir. Zamanla onun çizgisini takip eden, rehberliğinde yol alan sufî bir damarın oluşması da onun sonraki sufiler üzerindeki etkisini göstermesi bakımından mühimdir. İmam Gazali’nin kardeşi Ahmed Gazzâlî ile Hallaç gibi asılan talebesi Aynülkudât Hemedânî, Ahmed Yesevî, Rûzbihân-ı Baklî, Senâî, Attâr, Mevlânâ, İbni Arabî, sadreddin Konevî, Sühreverdî, Nesimî, Yunus Emre, Niyazî Mısrî sadece bunlardan birkaçı. Ama Hallac’ın başına gelen bunların başına gelmedi. Ebü’l-Vefâ’ya Hallac’ın “Enelhak” lafını söylediklerinde taacüple “Fesübhanallah! Ben batılım mı deseydi yani?” diyerek kendisini savunmuştur.
Eserleri
Kaynaklarda Hallac’a ait elli civarında eserden söz edilmektedir. Vaaz, mektup ve vecizeler tarzında oldukları söylenen bu eserlerin çoğu günümüze ulaşmamıştır. Ona isnad edilen eserlerin başlıcaları şunlardır:
1. Kitâbü’t-Tavâsîn: Hallâc’ın günümüze kadar ulaşan ve onbir risaleden meydana gelen en önemli eseridir. İsmi, Şuarâ, Neml ve Kasas sûrelerinin başlarındaki huruf-ı mukata (“tâ” ve “sîn”) harflerinin çoğulu olan tavasînden gelmektedir. Hapishanede yazılan bu eseri gizlice dışarı çıkarıp saklayan ve günümüze kadar gelmesine vesile olan İbn Atâ’dır. İbn Atâ’da Hallaç uğrunda şehid edilen velilerdendir.
- Dîvân. Hallâc’ın seksen ayrı şiirinden oluşmaktadır.
- Ahbârü’l-Hallâc: Hallac’ın sohbetlerini, vaazlarını ve sözlerini ihtiva eden derleme bir eserdir.
***********************************************************
KAYNAKÇA:
Serrâc, el-Lüma/ Kelâbâzî, Taarruf/ S.Ateş, Cüneyd Bağdadî
- A. Nicholson, İslam Sufileri/ Kuşeyrî, er-Risâle
Hücvîrî, Keşfü’l-mahcûb / Attâr, Tezkiretü’l-evliya
İbn Hallikân, Vefeyât/ Mevlânâ, Mesnevî
İbn Kesîr, el-Bidâye/ Câmî, Nefeĥât
Şaranî, Tabaķātü’l-Kübrâ/ Aclûnî, Keşfü’l-Hafa
Niyâzî Mısrî, Mansûrnâme / Ebü’l-Âlâ el-Afîfî, Taśavvuf
- Nuri, Hallâc-ı Mansûr/ S. Uludağ, TDVİA