DergiZan

Yazı ve Sanat Ülkesi

İslam’ın Altıncı Şartı / Abdulbari Karabeyeser

               İnsan bazen bir yazıya otururken nerden, nasıl başlayayım diye düşünür. Ben de çok olur bu. İlham gelmeyince yazı düşüncesi de arafta kalır. Bu tıpkı bir dostu ziyarete benzer. Sılayı rahim düşüncesiyle kapısına vardığınız dostun ziline üç defa bastığınız halde kapı açılmıyorsa o ziyaret kapı çalmaktan ibaret kalır. Fazla zorlamanın, peşine düşmenin gereği yoktur.  Netice de niyettir aslolan.

               Bu yazıya da nerden, nasıl başlayayım diye düşünürken imdadıma Ahmet Murat’ın “Kuşlarla Sohbetin Şartları”nda okuduğum bir anekdot yetişti. Şöyle ki: 

               Sokrates’i, kendisini öldürecek olan baldıran zehrinin hazırlık aşamasında flütle yeni bir ezgi öğrenmeye çalıştıklarını görürler. “Ne işe yarayacak ki bu?” diye sorduklarında “Yeni bir ezgi öğrenmeye çalışıyorum” cevabını verir.

               Bizler de manevi zenginliği kelimelere sığmayacak kutsal bir aydayız. Nefsimizi yemekten, içmekten men ettik. Tüm gün açlığa talimiz. Sokrates flütle yeni bir ezgi öğrenirken acaba bizler de bu “açlıkla” neyi öğrenebiliriz diye düşündüm. Bu yazı bu anekdottan ilhamla doğdu. Umarım haddimizi aşmadan üç beş kelam etme fırsatı buluruz.

               Bu anekdotu okuyunca sizin aklınıza ne geldi bilmiyorum ama benim aklıma kendimizi bilmek konusu geldi. Eskilerin tabiriyle “Men arefe nefsehu feqad arefe rebbehu.” Türkçe ibaresiyle: “Kendini bilen Rabbini bilir.” İbni Arabî’nin bu isim de bir kitabını da biliyorum. Çok eskiden okumuştum. Söz de kendisine atfedilir zaten.

               Malumunuz bu dinin âlimi, mücahidi, filozofu çoktur ama arifi azdır. Âlim başkasını, arif kendisini bilen kişidir. Başkasını bilmekte güzeldir amma asıl bilmek insanın kendisini bilmesidir. Tasavvuf, kendini bilme ilmidir. Konuşmaya değil, yaşamaya bakar tasavvuf. Yaşayan hal ehlidir, kal ehli değildir. Sufilerin dillerinden düşürmediklerii Hamuş lakabı meşhurdur. Suskunluk, sükût anlamındadır. Temel ilke: “Ya hayır söyle ya sus.” Eşrefoğlu Rumi “Az ye, az uyu, az konuş” der Müzekki’n-Nüfuz’da. Tam da bu aya mutabık bir perhiz. Efendimiz, Ramazan ayı girince dışarı ile irtibatını en asgariye indirirmiş.  Dışarı da önünü kesip hal-hatır soranları saymasak evden mescide, mescitten eve… O kadar. İslamiyet’in intişarından evvelki hayatı da böyleydi. Hira’da, inziva’da geçerdi günleri…

               Bu yolda çok konuşana tahammül yoktur. Çok konuşanı muteber kabul etmezler. Musa(as) da olsanız değişen bir şey yok. Yolunuz açık olsun derler. Burda söz Hz. Musa’nın değil, Hızır’ındır. Her ilmin mütehassısı vardır. Tasavvuf ilminin mütehassısları mürşidi kâmillerdir. Kendimizi bilme ilminin şifreleri onların elindedir. Onların da farklı farklı yöntemleri vardır. Farklı şekillerde eğitirler. Bu farklı eğitme yollarına, tarzlarına tarikat deriz. Tüm tarikatlar temelde aynıdır. Hepsi aynı amaca hizmet eder. Kendimizi bilme, irfan ilmini öğretmekle meşguldürler. Kendini bilmeyen “bilmezlerle” doludur yerküremiz. 

               Biraz daha somutlaştıralım. Zamanın birinde bir şeyhle bir mürit yol arkadaşı olmuşlar.  “Evvel refik bade’l-tarik” yani önce arkadaş sonra yol demişler. Yolun bitiminde Hz. Şeyhe, yol arkadaşının durumunu sormuşlar. Şeyh: “Hoş, güzel amma biraz geveze! Adını sordum, soyadını da söyledi” demiş. Anlayana büyük mesaj! Boşuna “sükûtu lisan huzuru insan” dememişler. Yemede, içmede, uyumada, şehevi arzularda ölçüyü tutturamayanların akibeti “bidayetten” öteye geçmez yani başladıkları yerde mukim kalırlar. Mertebelerde nasipleri olmaz.

               Bu yolun bir büyüğüne sormuşlar “Tasavvuf nedir?” diye “Malayaniyi terk etmektir” demiş yani “Terkuhu malayani.” Tasavvuf malayaniyi terk etme ilmidir. Malayanini terk etmek kulağa hoş geliyor değil mi? Ama işin içine girdiğinizde hiç de öyle olmadığını göreceksiniz. Büyük günahları terk etmek kolaydır. Asıl zor olan boş, gereksiz, anlamsız, faydasız, nafile işleri terk etmektir. İhya’da okumuştum. Hz. Ömer şöyle der: “Bizler bir mekruha bulaşmamak için yetmiş mubahı terk ederdik.”

               Kolay olsaydı bu kadar tarikata, mürşid-i kâmile ne gerek vardı?  Bunların cümlesi bunun için vardır. Hızır, Musa (as)’a: “Benim işime karışma.” demişti. Ama Hz. Musa, Hızır’ın işine karışmaktan kendisini alıkoyamamıştı. Neden? Çünkü çok basit görünen sabır sınavından ikmale kaldı. Daha önce de adam vurmuştu. Gene aynı haleti ruhiye, gene aynı sabırsızlık örneği! Burada Musa Peygamber’i yargıladığımız falan yok yanlış anlaşılmasın. Yaptığımız bir şeylerin anlaşılması için ışıldak tutmak. Bu yolun katığı, azığı sabırdır. Malayaniyi terk etmek sabır işidir. Âşık Daimi’nin bestesindeki o meşhur dizeyi hatırlayalım: “Yusuf sabır ile vardı Mısır’a.” Sabır Rahman’dandır. Allah sabredenlerle beraberdir.

               Şöyle okumuştum bir yerde: “Edeplerde nasibi olmayanın meratipte nasibi olmaz.” Edep dışına çıkanların çoğu sabırsızlıklarına gem vuramayanlardır. Yukarıda değinmiştik bu konuya. Kendini bilmenin yolu sabrı öğrenmekten geçer. Sabır, irfan ilmini öğrenmenin hem şifresi, hem de tekniğidir. Bu teknikten vareste bir başarıdan, bir kemalattan söz edilemez. “Tahsil-i Kemalat, kem alat ile olmaz.” Çünkü. Bu yolda “domuza binerim Kâbe’ye giderim” diyemezsiniz. Aceleniz nedir? Mesele Kâbe’ye mi gitmektir yoksa yolda mı olmaktır. Biz zaferle değil, seferle mükellefiz. Hazreti Yunus’un mısralarına kulak verelim:

               İlim, ilim bilmektir/İlim, kendin bilmektir.

               Sen kendini bilmezsen/Ya nice okumaktır.

               Evet, kendini bilen haddini bilir, haddini bilen Rabbini bilir. “Hiçbir bi-edep, vasıl-ı illallah olmamıştır.” “İlla edep, illa edep!” demiş ahibba-yı kiram.  Dört anasır-ı unsuru sayarlarken toprak ile su gibi olmayı öğütlemişler. Su gibi aziz, toprak gibi mülayim ol, demişler. Olgun başak eğri durur sözü buradan mülhemdir. Ateş ile rüzgâr kibri, gururu, bencilliği remzeder; toprak ile su ise tevazuu. Kendini bilene toprak olmak yakışır. “Sen toprak ol ki çayır çimen yeşersin” demiş Hz. Mevlana.

               Evet, bu vadide söylenecek çok söz vardır. Ehl-i kemâl olanlar, kelâmın hasını söyleyip gitmişler. Ancak gözü yukarıda olanlar, tasavvuf terbiyesinden mahrum kalanlar bu iklime aşina değillerdir. Onlar daim celallidirler, cemalden nasipleri yoktur. Gökteki yıldızlardan haber verirler de önlerindeki nefs tuzaklarını görmezler. Öyle der Ziya Paşa:

               Yıldız arayıp gökte nice turfa müneccim

               Gaflet ile görmez kuyuyu reh-güzerinde

               İş bu raddeye gelmişken Nurettin Topçu’yu anmak vacip oldu. Hazret, Avrupa’daki tahsilinden sonra İstanbul’a döndüğünde kafasındaki sorulara cevap bulmak için bir arayış içerisine girer. Başvurduğu hiçbir kapıda aradığı cevapları bulamaz. Durumu Abdülaziz Bekki’ne Hazretlerine aktarırlar. Aracıları dinledikten sonra şu meşhur sözü söyler: “Evladım bu kapıya kâfiri getirin ama kibirliyi getirmeyin!”

               Topçu nihayetinde Avrupa görmüş, felsefe okumuş, Sorbonne’yi birincilikle bitirmiş bir deha, ele avuca sığmaz bir zekâ. Onun için uzaktan bakanlar halini kibre yorumlamışlar. Tabi sonradan öyle olmadığı anlaşılmış.

               Mesele kendini bilmektir! Kibirli insanların bu yolda şansları yoktur. Abdülaziz Bekkine Hazretlerinin işaret ettiği hakikat budur. Bu hakikati baş kulağıyla değil can kulağıyla dinlemeli kişi. Dert de bizdedir, derman da bizde. Öyle der Niyazi Mısri: “Derman arardım derdime/Derdim bana derman imiş” Evet, derman kendimizi bilmektir. Sokrates’ten ilhamla bu açlık yangınından kendimizi kurtarmaktır. Kendimizi kurtarmak için elimizi hatta gerekirse gövdemizi taşın altına koymaktan imtina etmemeliyiz. Sokrates gibi baldıran zehrini içmekten korkmamalıyız.

               Evet, cümlelerimizi meşhur hattatımız Hamit Aytaç’ın bir hatırasıyla bağlayalım. Merhum, iş hanındaki çaycıyla sıkıntılar yaşar. Çaycı halk tabiriyle tam bir kazma. Ödemeler gecikiyor diye nezaket dışı tavırlarla hattatımızın canını sıkar. Merhum “Evladım bana Hattat Hamit derler paran bende kalmaz” derse de çaycı burnundan kıl aldırmaz. “Sen Hattat Hamitsen, ben de Çaycı Durmuş’um” diye kükreyip durmuş. Kazmaya laf anlatamayacağını anlayan hazret gönül ehlini ağlatan şu veciz cevabı vermiş: “Evladım, her handa bir Çaycı Durmuş bulunur amma her asırda bir Hattat Hamit gelmez.”

               Mevlam cümlemizi haddini, kendini ve hal ehlini bilenlerden eylesin.

Bu yazıyı paylaş:

2 thoughts on “İslam’ın Altıncı Şartı / Abdulbari Karabeyeser

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Bu yazarın toplam 15 eseri bulunmaktadır.