GİDENİN ARDINDAN / Dr. Hatice Kösecik
Bana bir bardak su verir misiniz çocuklar dedi Nurhan öğretmen. Yaz kursunda Kur’anı Kerim öğretiyordu çocuklara. Bu sıcakta aşkla şevkle gelmiş olan öğrencilerine. Kendisi de henüz iki yaşındaki zeytin gözlüsünü ve iki çocuğunu evde bırakmış, göreve gelmişti. Sabah kursun kapısına saat dokuzda eşi bırakmıştı onu. El sallamıştı eşine. Severek yapıyordu işini, huzurlu bir anne, hayat dolu bir eş, çevresi tarafından sevilen bir insandı. Örnek insan, dost canlısı, insan gibi insandı o.
Çocuklar hemen getirdiler suyu öğretmenlerine. Severek ikram ettiler, biliyorlardı ki su veren su gibi aziz de olurdu. Su gibisi var mıydı, hele de sıcak havada buz gibi soğuk su gibisi. İçi yanmıştı belli ki öğretmenlerinin, içip serinlesindi.
O sırada yanında bir öğrencisi ezberlediği sureyi okuyordu Nurhan Hocasına.
Dediler ki, koşarak getirilen bir bardak suyu almış can arkadaşım, içmiş bir yudum, durmuş biraz, “içemiyorum.” demiş. “Suyu içemiyorum.”
Ve öğrencilerinin gözünün önünde, Kur’andan bir sureyi dinlerken, kulaklarında dua, dilinde dua, gönlünde dua, yığılıvermiş oracığa. Meğer ki duası varmış canım dostumun, çok içinin yandığı bir anda edivermiş, belki de düşünemeden söylemiş ama demiş. “Allah’ım beni yaşlandırmadan al canımı.” diye.
Ertesi gün son vazifemizi yapmak için gittiğimde söyledi kız kardeşi. Haberim yoktu, sık konuşurduk oysa kendisiyle, hiç böylesi bir sözü duymamıştım ağzından. Sitem edeceğimi bilirdi zira. “Ah be ablam” diyordu kız kardeşi.” Neden bıraktın bizi de gidiverdin, neden böyle bir dua etmiştin ki…”
Yirmi yıllık dostumdu, canım sıkılsa, kafam karışsa özellikle de dini fıkhi konularda başvurduğum bir kaynaktı Nurhan. Heyecan dolu, biraz hareketli, becerikli. Herşeyi hızlıydı, oldukça da seri. Gidişi de öylece oldu. Hani derler ya nasıl yaşarsanız öyle gidersiniz diye. Canlı örneğini yaşattı bize canım arkadaşım. Duasını dinlerken veda etti bu dünyadaki fani hayata…
İki gün önce aramış, açtığım iş yerini kapatmayı düşündüğümü söylemiştim de iyi de bir azar yemiştim kendisinden. Çocuklar telefonu kulağımdan uzak tutup beklediğimi ve dinlediğimi görünce, “hişş, susun yine Nurhan Teyzem anneme nasihat ediyor.” demişlerdi de gülümsemişlerdi. Eee öyle ya hep ben onlara mı nasihat edecek ayar çekecektim, arada bir anneleri de tatsındı bu duyguyu. “Senin gibilerin sahada, insanlarla çalışması lazım, kaçamazsın artık. Çocukların da büyüdü, sakın bırakmıyorsun, biraz sabret” demişti Nurhan, ve ben de söz dinlemiştim. Şimdileri de ne zaman gönlüm daralsa duyarım sözlerini, iki yıl olmasına rağmen.
O gün onun vakti dolmuştu belli ki. Demir alma zamanıydı canım arkadaşım için, son bir gayret. Dünyada en sevdiklerini çocuklarını bile bırakıp gidiverdi işte öylece. Ve beni de unutmadı giderken, son nasihatini de ederek, fazlaca duyarlısın diye kızdığı bana iş yerimi bırakmayacağıma dair söz verdirerek gitti. Eşini, çocuklarını, ailesini, sevenlerini. Öyle kalabalıktı ki cenazesi, sanki düğün günüydü. Onun düğün günü. Güzel yaşamış manidar şekilde veda etmişti Nurhan, son nefesini kursta, öğrencisinden sure ezberi alırken, kulakları ve gönlü dualarla doluyken vermişti, hayatının son perdesi de aynen yaşadığı gibiydi.
Bana da iki gün önce konuştuğun, sevdiğin arkadaşını yolcu etmek düşmüştü yine. Tıpkı vakitsiz olduğunu dillendiremediğim, sadece kabul edebildiğim diğer yolculadığım dostlarım gibi. İnsan dediğin nedir ki, kimdir dost olan, kolay bulunabilir mi? Dostluk istediğin an satın alabileceğin bir kavram mı? Satılıyor mu? Şimdilerin sanal alemdeki arkadaş sayısı ile aynı anlamda mı? Kafanın karıştığı, binbir türlü düşüncenin cirit attığı zaman dilimidir o. Cenaze vakti, cami ziyareti…
Hızlı bir sahnedir o, çok fazla o anda üzerinde duramadığın, kardeşim dediğin kişinin henüz on dokuzundaki çocuğunun, önündeki safta cenaze namazına durduğunu gördüğün sahnedir içinin yandığı an. Beynine herşeyin bomboş olduğunu kazıdığın sahnedir o an ki, hoca” nasıl bilirdiniz?” dediği vakit gelmiştir işte, hani gelmez dediğin, daha çook var dediğin. Şahit olduğun sahne, iki yaşındaki annesini emen bebeğinin anneyi gözünün önünden kaybettiği andır o an… Yerinde dinlen sevgili kardeşim, mekanın cennet bahçesi olsun…
Karlı, soğuk, buz kesmiş bir gecede uyandırabileceğin dostlar bul kendine, kaybetme aman ha, sıkı sarıl ona. Kişinin dostu aklının kılavuzudur diyen Hazreti Ömer geliyor aklıma, içim de yanıyor, gönlüm de. Aklım durmuş sadece bakıyor, izliyorum. Kaybettiğin kişilerinin arasına ekliyorsun usulca arkadaşını, elin varmıyor ne defterden ne de telefondan silmeyi adını. Susuyorsun, boğazında bir düğüm yutkunurken susuyorsun. Bu toprak ne değerlilerini aldı hepimizden, ama devam eden bir yaşam var, meşguliyetin var. İyi ki de var, yoksa ne ederdin, bak karnın acıktı, çocukların bekler, ailen bekler, senden umudu olanlar bekler. Bekletmemek lazım, silkelenmek hayata tutunmak, ümidi yitirmemek lazım. Ama aynı zamanda da herşeyin bomboş olduğunu da idrak edebilmek lazım, gereksiz tartışmaların, nefsi savaşların olmasına izin vermemek, akıl edebilmek lazım. Ne büyük marifettir ki o, akıl edebilmek, sakin olabilmek, huzurda olduğunu bilip de huzurlu kalabilmek…
İnsanın derinliğini sözleri değil hareketleri asıl gösterir. Ve duygular kadar hareketler de sirayet eder.
Şemsi Tebrizi ses verir uzaklardan;
“Biri gelir seni sen eder,
Biri gelir seni senden eder” diye…