DergiZan

Yazı ve Sanat Ülkesi

Canan Altı Yaşında / Dr. Hatice Kösecik

Gözleri ağlamaktan kan çanağına dönmüş bir anne kalkar gecenin bir yarısı. Usul usul, sesizce. Sanki yeri incitmekten kaçınırcasına, yavaşça geçer koridoru. Uyanmasın kimse, duymasın vicdanının sesini, kör yangınını, öfkeyle kalkan sevgili yavrucuğuna vuran elleri…

Pişmanlık uyutmadı onu bu gece, utanıyordu yaptığından, yön değiştiren öfkesine tahammül edemiyordu artık. Bu ikinci olmuştu, evet evet ikinci. Canım dediği kızına, gül pembesi yanaklı yavrusuna, kıymıştı yine işte. Of Ya, altı yaşındaki canıydı kıydığı.

“Elin kırılsın, dilin tutulsun senin” dedi kendi kendine.

Ağlıyordu Canan, kimse görmesin, duymasın diye de yastığın altına sokmuştu kafasını. Uyuyamamıştı işte,  ne yaptığını suçunu da bilemeden, anlayamadan yemişti sopaları. Ne kadar da acımasızdı annesi, bu kadın onun annesi miydi gerçekten yoksa yoksa onu çocuk evinden mi almışlardı? Öyle bile olsa bir büyük bir küçüğe, altı yıl yaşamış bir bedene bu kadar acımasızca vurabilir miydi? Yürek dayanır mıydı? Bu insan olabilir miydi?

Altı yaşındayım ben anne, unuttun mu?

Of, ağlama gözlerim, şişeceksin yine, geçen sefer ki gibi. Okulda dalga geçecekler seninle, kızlar gösterip gösterip birbirlerine. Arkamdan konuşup, gülecekler, yine dövüldüğümü anlayacaklar, acımadan şiş göz diye alay edecekler…

Unuttun mu anne daha altı yaşındayım, senin kızınım ben, bu kadar büyüdüm, yapamıyorum. Sen  hep mükemmel olayım istiyorsun, çocukça değil büyükçe davran diyorsun. Ama benim yapabileceklerimin kısıtlı olduğunu unutuyorsun. Sen hep büyük mü yaşadın anne? Hiç çikolata yiyip de kağıdını yatağının altına koymadın mı? Oyuna dalıp altına azıcık da olsa kaçırmadın mı? Şeker yerken üstünü başını kirletmedin mi? Sen hep büyük müydün anne söylesene bana?

Seni de annen böyle şeyler için dövdü mü? Sen hiç üstünü kirlettin diye, yemeğini bitiremedin diye, parkta oynarken ıslandın diye dövüldün mü? Canım yanıyor, içim yanıyor, senin annem olmana sinir oluyorum. Ben büyüyüp anne olunca vurmam çocuğuma, bilirim o daha çocuk, çocukça davranabilir, üstünü de kirletebilir toprakla da oynayabilir…

Ne olmuştu ki akşam sanki, niye bu denli gözü kararmış, yavrusunun henüz altı yaşında bir anne kuzusu olduğunu, hatta ve hatta hayata gelmesi için nasıl uğraş verdiklerini döktüğü gözyaşlarını unutuvermişti de kıyasıya vurmuştu canına, canım dediğine…

Çok çalışıyordu Ayten, aslında eşi bu kadar yoğun çalışmasına gerek olmadığını söylerdi hep fakat dinlemiyordu, çünkü ev onu sıkıyordu. Boşuna mı okumuş, mühendis olmuştu. Tabi ki çalışacaktı, bir özel firmada tekstil mühendisi olarak çalışıyor, sabah sekiz akşam altı. Çoğu zaman da kendi isteğiyle mesaiye kalıyordu. Oysa kızı henüz altı yaşındaydı, eşinin çok iyi bir işi vardı, maddi olarak sıkıntıları yoktu. Sahip olunabilecek herşeye sahiplerdi, hayatları sorunsuz ve de başkalarına göre kusursuzdu. Oysa mutlu değildi Ayten, bir şey onu dürtüyor, evden çıkıp dışarıda vakit geçirme isteği ağır basıyordu. Çocukları olunca belki bir ümit eve ısınırım diye düşünmüştü ama olamamıştı işte, daha iki aylıkken, ihtiyacı yokken şimdiki işini bulmuştu eşinden habersiz. Şok olmuştu Hakan, kızlarının anneye ihtiyacı olduğunu, en azından bir yıl sabretmesi gerektiğini söylese de dinlememişti Ayten kocasını. Zaten dokuz ay zor sabrettiğini söyleyip, kendine karışırsa evi ve de onu terkedeceğini ifade etmişti kesin bir dille.

Kızını kreşe, kendini işe atmıştı büyük bir hevesle. Hem biraz rahatlarım diye düşünüyordu, bebek bakımı  zor gelmişti ona. Hem de kafamı dağıtır, akşam daha hevesli olurum çocuğum için diye kendini kandırıyordu aslında. Ve işte altı koca yıl, kimyasal ilaç kokusuyla geçmişti. Kızını sabah bırakıyor, akşam babası erken çıkıp, saat dört gibi alıyordu, üzülüyordu çünkü yavrusuna. Sevdiğim sandığı kadın, sorumluluk almaktan kaçındığı için, anne olmanın verdiği mutluluğu henüz anlayamadığı için ızdırap duyuyordu Hakan. Üzülüyordu kızına, öz yuvasında  büyüyemeden, en güzel yaşlarını, bebekliğini dış ortamlarda geçirmek durumunda bırakılmıştı. Çok duygusal, incecik naifti Canan. Annesinden çok korkar, hep yüzüne bakardı onun. Annelik hormonu kadınlarda var erkekte yok, onun için kadınlar anne olmakta başarılıdır, uyumludur,  idealdir diye okumuştu bir kitapta. Oysa Güler ailesinde sanki roller yer değiştirmişti, aslında ortada dişe dokunur bir sorunları da yoktu ama soyadlarını taşıyamaz olmuştu bu aile.

Kızları büyümeye dillenmeye başlayınca ümit kaplamıştı Hakan’ı, belki eşi daha ılımlı bir anne olabilir, gayret gösterir diye. Hüsrana uğramıştı da yine eşine tek söz söyleyememişti. Huzurları kaçmasın diye, çocuk hırpalanmasın diye.

Evde oyuncakları dağıtamazdı Canan, çok dikkat eder, sanki o evde hiç çocuk yokmuş gibi derli toplu olurdu etraf. Çünkü annesi hastaydı, düzen hastası, mükemmeliyetçi  kişilikti. “Aman ha sakın annen duymasın bunu sana söylediğimi.” diye de uyarmıştı babası minicik kızını, daha yaşı boyu büyümeden olgunlaşan yavrusunu.

Bu bir hastalıktı, çağın getirdiği modernizm denen canavarın ürettiği. Narsist kişilikler, mükemmellik anlayışı hit yapmış anneler arada babalar da çoğalıvermişti. Ebeveynler mutsuz, çocuklar huzursuz yuvalar boştu artık. Eline telefon geçirenler odalarına çekiliyordu sessizce. Ne konuşmak, ne bir tatlı kelam vardı dillerde, varsa yoksa sanal alem, sanal mutluluk adı altında kendini avutmaca…

İşte şimdi de bir yuvanın, hiçbir sağlık sorunu, sevgi sorunu olmayan, temelde özenle kurulan bir yuvanın aile olamamasının verdiği ızdıraptı Canan’ın evindeki de.

Odasına çekilmiş ağlayan, yüreği incinmiş, paramparça olan altı yaşındaki kızı,  yapmaması gerektiğini bildiği halde anne olmanın yükünü henüz sırtlayamamış, çevre ne der, nasıl görünürüz, çocuğum mükemmel olmalı anlayışında kıvranan bir anne, arada kalmış, nereye baş vuracağını bilemeyen acısını yüreğinde yaşayan bir baba.

Kim yardım eder ki, kim bilebilir ki dört  duvar  arasında yaşanılanları?

İnsanın olduğu yerde elbette ki fikir ayrılıkları, farklı karakterler olabilir. Olmaması gereken, öfke patlaması, zarar verme, fiziksel ve de psikolojik şiddet. Severek binbir umutla kurulan yuvanın ihtiraslara yenilmesi, nefsi hastalıkların peydahlanması. Öyle ki tedavisi  en zor olan hastalıklardır nefsi hastalıklar. Ameliyat edemezsin, medikal tedavi veremezsin, belki biraz antidepresanlar la oyalanır durursun, uyutulur, unuttum dersin ama en olmadık yerde en mutlu anında bile gösterir kendini, dumura uğrarsın. Yapılmayacak işi yapar, söylenmeyeceği söylersin. O anda, sinirlendim dediğin anda sakin kalabilmektir marifet. Çocuğunun yaptığını hoş görebilmek, bir zamanlar kendisinin de çocuk olduğunu unutmadan davranabilmektir erdemli olan. Dökülen toplanır, pislenen temizlenir de kırılan kalp tamir olabilir mi dersiniz? Hele o çocukluk döneminde yaşanılanlar, unutulabilir mi? İleriki hayatında hastalıklar olarak çocuğa geri gelmeyeceğini kimse garanti edemez.

Zamanında yaşadığı olaylar, anne karnındayken belki de henüz daha bir nüve  bile değilken annenin yaşadığı olumlu olumsuz hatıralar kodlanır bebeğin daha doğamadan zihnine.

Ne demek dediğiniz duyar gibiyim.

Demem o ki; biz insan oğlu, daha anne karnına bile düşmeden annemizin etkilendiği olaylardan iyi ve ya kötü yönde etkilenebiliriz. Hani hamile olan bir kadının karnındaki bebeğiyle konuşabilmesi, ona kitap okuması gibi bir şey bu. Anne eğer hamile kalmadan önce, hele ki yakın zamanda şiddetli, duygusal travma geçirse bu vücudunun hormonal yönden kötü etkileneceğine işarettir. Kaldı ki bedeninde büyüyen yavrusu da aynı oranda etkilenir. Bunlar artık kanıtlamakta, hastalıkların  temelinde sorgulanmaktadır.

Buradaki Güler ailesinde de durum farklı değil.

Şu anda çoğu evde olduğu gibi. Hanımlar, hem anne oluyor hem de kariyer yapıyor buna kimse karşı değil. Sadece kendini çok yoruyor, yıpratıyorsa eğer, çocuğuyla  nitelikli zaman geçiremiyorsa eğer neyi sorgulamak gerekir? Kadını mı, erkeği mi, zamanı mı?

Her ailenin kendine özel bir yapısı vardır, her insanın olduğu gibi. Fıtrat farklılarını da göz ardı etmemek gerekir tabi ki. Ne olursa olsun, istisnai durumlar haricinde, çocuk ilk dört yılını evinde huzurla geçirsin ister gönlüm. Aslında belki altı yaş bile derim de onu da çocuğun kabiliyetine göre ayarlayabilmek beceri bu devirde. İlk eğitimini ailesinde alan, evinde huzurlu vakitler geçirebilen bir çocukta müthiş beceriler gelişir okul hayatında da. Ve tabi ki de harika ilişkiler. Sosyal ve ruhsal alanda da sağlıklı bir kişiliğin temeli de  oluşur böylece.

Ayten hanımın tedavi görmesi tavsiye edilirken en acil tarafından, yuvalarının daha sağlam temellere dayanabilmesi için, huzur odaklı çalışmalar yapılması gerektiği ifade edildi.

Psikolojik ve de fiziksel şiddetin bir daha uygulanmaması için tarafların daha dikkatli davranmalarının önemine dikkat çekildi.

Henüz hayatının ilkbaharını yaşayan Canan’ın yaralarını sarabilmesi ve de içindeki durumdan en az zararla çıkabilmesi için azami gayret edeceklerine söz veren anne yüreği baba sevgisi ile harmanlanmaya çalışıldı.

Hayat öğretir bize, bazen de kafamıza vura vura, içimize dokuna dokuna.

Yaşarken belki çok uzun ama geriye dönüp bakınca sanki sadece bir andan ibaret yaşanılanlar.

İnsan, hayatına müdahale edemediği gibi avucumun içinden kayıp gidiverdi hayatım diye de bakakalır ardından geçmişinin.

Huzurla doluversin yaşantımız, sükunet kol gezsin çevremizde.

İnsani değerlerin farkında olarak, insanca yaşayabilmeyi öğrenenlerle ve de  eşrefi mahlukat olduğunu bilen ve adına yakışır tarzda davrananlarla kesişsin yollarımız.

Esen kalınız…

 

 

Bu yazıyı paylaş:

One thought on “Canan Altı Yaşında / Dr. Hatice Kösecik

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Bu yazarın toplam 28 eseri bulunmaktadır.

Yazarın diğer yazıları