DergiZan

Yazı ve Sanat Ülkesi

Kara Kışın Pamuk Prensesi “Ocak” / Elif Ekşi Zorer


İstanbul’a kar yağardı eskiden… Nazlı gelinler misali beyazlara bürünürdü her yer… Tıka basa kışa doyan gönlümüz, soğuklara hasret kalıyor artık, şarkılarda bıraktı tanelerini karlar, artık herşey yerini “-di li geçmiş zamanlı” cümlelerine emanet eder oldu.

Buram buram masumiyet kokan, kötülüğe dair her şeyin üzerini örten o zarafetiyle, temizlerdi kirlenmiş bütün hislerini kalbimizin. Her kar tanesi, ayrı bir ses fısıldar gibi kalabalığı olurdu yalnızlığımızın… Duygularım birer birer toplandı, gönlümün hiç dile gelmeyen hisleri yağdı, tane tane düştü, dokundu feryatlarıma bu kış…

Soğuk havayı gözümden silen, yazdan kalma bir papatya bahçesinin beyazlığı gibi kokuyor şimdi her yer. Gözlerim bayramını edercesine, bir fincan kahvem hislerime eşlik edercesine, derinden bir ses geliyor; “kara kış” dediklerinin, bembeyaz Ocak’ı… Senenin güzelliklerini içine alan, birbirinden farklı duyguların sığınağı, mevsimlerin aile bireylerini oluşturan, ayların ilk göz ağrısı Ocak… Böyle soğuk oluşuna bakmayın, dumanı üzerinde tüten, efkâr kokulu bir sığınağıdır Ocak, kış mevsiminin.

Yeni bir yılın umutlara aralanmış bir penceresi veya hiç açılmaz sandığımız kapıların bir anahtarı, fırtınalar koparan rüzgârlarıyla; kimine korku, kimine yanı başındakine daha sıkı sarılmak için bir sebep, kimine bir silkeleniş, kimine bir ses, bir yoldaş…

Kışın uzun geceleri, battaniyeler örter gibi, sıcacık hatıralarını anarken. “Nerde o eski kış geceleri”yle başlayan cümlelerin kahramanı olur çocukluğum… Ve kıymetli babaannem.

O zamanlar sobalıydı evimiz. Kışın gelmesi en çok da “bir parça kömür de ben atabilir miyim anne?” diyebilmenin mutluluğuyla, sobadan önce yanıyor yüreğimde, cayır cayır… Sırf kabuklarını sobaya atarım diye yediğim çekirdekler; önce gürül gürül bir ses, sonra demini alan bir sıcaklığa bırakıyor kendini. Babacığımın her akşam, işten gelirken aldığı o kestanelere bir çizik atmak, Ocak’ı sevmemin bir başka sebebiydi. Her defasında elimi yakmış olsam da kestaneleri çevirmek, merhem sürer gibi gelirdi kızarmış parmaklarıma. Annemin her akşam kavurduğu o lezzetli un helvası, Pazar kahvaltılarında sobamızın üzerinden gelen kızarmış ekmekler, babaannemin öksürüğü artınca; sobanın üzerine dizdiğimiz portakal ve mandalina kabukları, çocukluğuma ait kış kokusunun tarifiydi şüphesiz…

O zamanlar televizyonlarda çeşit çeşit kanallar olmadığından, biz en çok birbirimizi izlerdik evde. Bu sebeple; annemin yüzüne çizili mimiklerin ne manaya geldiğini, babamın gözlerinin içinde okuduğum uzun cümleleriyle ne demek istediğini bilirdim hep. Tarhana çorbası yaparken meselâ, dakikalarca annemi izlerdim. Bu günün saçma sapan dizilerinin, bilgisayar oyunlarının yokluğu, evin içinde misket oynayacak kadar tıka basa doyurucu bir çocukluğun çemberine alıyordu bizim neslimizi. Annelerimiz bilgisayar başında unutulan bugünün çocukları gibi bırakmıyordu bizi, yokmuşuz gibi davranmıyordu.

Bir de hep elektrikler kesilirdi kış gelince. Elektriklerin çokça kesildiği kış gecelerinde, korkuyla yoğrulan çığlıklarımı, kalbimin sükunetine mum yakan bir ışıkla besler dururdum. Babaannemin köy evinden hatıra sakladığı o gaz lambası. Hep bir gün içinden, babamın anlattığı o masalda olduğu gibi, bir cin çıkacakmış hissiyle hayallere daldırırdı beni… Evdeki herkese ayrı ayrı sorardım, “lambadan çıkan cinden sen olsan ne dilerdin” diye? Çocukluk işte, pencerenin kenarına birikmiş karlar kadar tertemiz…

Ocak, bendeki ayrıcalığını hiç kaybetmedi, isminde bir sıcaklık çağrıştıran, kara kışın pamuk prensesi… Her tanesine ayrı bir duâ emanet ettiğim, her tanesinde bir âminle eridiğim, masumiyetin bazen incecikten, bazen lapa lapa yağdığı, Rabbimizin “Lâtif” ismini resmeden, karlar kraliçesi gönüllerin meskeni Ocak…

Hoş geldin kardelen çiçeğim, hoş geldin üşüyen hislerin avuçlar içine bıraktığı merhamet kokulu emaneti… Bir serçeye yem bırakan narin yanlarımız, bir fakire hırka uzatan, sobasına kömür atan, eldivenimizin tekini hiç tanımadığımız biriyle paylaşan vicdanımız hoş geldin… Lapa lapa da yağsa karlar, ben bir kar tanesine emanet ediyorum, yüreğimin közde pişmiş bütün hislerini… Kara gecelerime renk veren bütün siyahları beyaza boyuyorum… Yalnızlığımı inkâr ediyorum kar tanelerinin gülüşüyle, hiç üşümüyor ellerim, yüzümün soğuğu mutluluğumla ısınıyor. Donduruyorum öfkemi, hüznümü, sitemlerimi ve gözyaşlarımla eritiyorum buz tutan kırgınlıklarımı…

Şimdi adresini kaybeden bütün hislerimi özgür bırakıyorum, bir sen kalıyorsun bende, seni sana emanet ediyorum ve tembihlediğim bir kar tanesiyle son kez yüzüne dokunuyorum dumanı üstünde tüten, karla kaplı narin OCAK…

Bu yazıyı paylaş:

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Bu yazarın toplam 30 eseri bulunmaktadır.

Yazarın diğer yazıları