Kurumuş İğde Ağaçları / Mustafa Alagöz

Şirin sabah erkenden kalkıp namazını kıldı. Kedilerinin sütünü verdi. Dönüşü olmayan bir yolculuğa çıkıyormuş gibi naftalin kokulu sandıktan en güzel elbiselerini çıkarıp giyindi. Sonra da eşiyle beraber tarla sınırlarından yürüyerek asfalt yola çıktılar. Çamura batmış ayakkabılarını yolun kenarındaki su birikintisinde silip temizlediler. Şehre gitmek üzere minibüse bindiler. Yol boyunca hiç konuşmadılar. Şirin, derin düşüncelere dalmış, bütün ömrü gözünün önünden akıp gidiyordu. O anda gamsız çocukluk yıllarına iflah olmaz bir özlem duydu. Üzüldüğünde annesine sığındığı, onun dizinde ağladığı zamanları hatırladı. Onu dinleyecek ne annesi ne de arkasında dağ gibi duran babası artık yoktu. İnsanı deli eden bir yalnızlığın içinde buldu kendini, bir ah etti, cılız omuzlarının çatırtısını iki küreğinin ortasında hissetti. Cama yüzünü dönmüş, Samurlu düzü camın arkasından hızla kayıp gidiyordu, beyaz tülbetinin ucuyla gözlerini silerken, yaşamak için insanın bir hakkı daha olmalıydı diye geçirdi içinden. Bir daha dünyaya geleceğini umuyordu oysa. Bu gelişinde daha güzel günler yaşayacağını, daha önce gitmediği güzel diyarlarda yeni bir hayatın onu beklediğini umuyordu. Yeniden yuva kuracak, çocuklarını büyütecekti daha… Şimdiye kadar beslediği umutların boşa çıktığını, bu hayata bir daha asla dönüş olmayacağını daha yeni anlıyordu. Hem de en acı şekilde deneyimleyerek anlıyordu. Şirin bu dünyada evini barkını yapayım derken kötü hastalık da onun içinde kendisine yuva yapıyormuş meğerse. Minibüsün içi arı kovanı gibi uğulduyordu. Herkes ayrı bir telaş içindeydi. Kimi çocuğunu liseye kaydetmeye götürüyordu. Kimi kışlık ihtiyaçlarını almaya, kimi de gurbet ellere çalışmaya gidiyordu. Şirin, insanların konuşmasını asla duymuyordu, hastalıktan dolayı yorgun düşmüş, pelte gibi ağırlaşmış vücudu koltuğa yığılmış kalmıştı. Vilayete vardıklarında Gülali, şoförden rica etti, minibüs onları şehir dışındaki terminale kadar götürdü. İstanbul otobüsü perona girinceye kadar Şirin heycanlı heycanlı konuşuyor, bir kedilerini tembihliyor bir evini tembihliyor, dayanamayıp tekrar tekrar Gülali’ye yapması gereken şeyleri sıralayıp duruyordu. Her defasında evden kopmak ona böyle zor geliyordu. Özellikle ağaçları susuz bırakmaya gelmezdi. Gülali de sabırla, evet manasında başını öne sallayıp duruyordu. Samurlu Köyü’nün ağaçsız çorak arazisinde evleri vaha gibi yemyeşil bir cennet bahçesi içindeydi. Şirin ağaçlarını kendi evlatları gibi şefkatle büyütmüştü. Birinin geride kalıp hayvanlara ve eve bakması gerekiyordu, o yüzden Şirin yolculuğa yalnız çıkıyordu. İstanbul’da yeğenleri onu alacak ve Cerrahpaşa’ya götüreceklerdi. Şirin, uzun süren bir tedavi sürecinden geçiyordu. Otobüsün muavini;
-İstanbul yolcusu kalmasın, diye bağırıyordu.
Şirin oturduğu sandalyeden usulca kalktı. Otobüse birlikte bindiler. Gülali onu koltuğuna kadar götürdü, çantasını yukarıya sıkıştırdı, otobüs sarsılmaya başlayınca eğilip beyaz tülbentli başını öptü,
-Yolun açık olsun, aklın geride kalmasın, sağ salim git, dedi.
Şirin de onun omzunu öperek,
Sen de Allah’a emanet ol, dedi.
Şirin yolculuk öncesinde bir sürü yemek yapmış, tandırı yakmış bir aylık ekmek vurmuştu. Bu ekmek bitince komşuları Gülali için yeniden ekmek pişireceklerdi. Şirin yine de endişeliydi. Kocası ara sıra sıtma krizine giriyordu. Giderken hasta haline rağmen aklı yine Gülali’de kalacaktı. Gülali ise hiçbir zaman vedalaşmayı beceremiyordu. Bir an önce otobüsten inip kaçmak istiyordu. Uzaklaşıp tenhada bir köşede doya doya çocukluğundaki gibi ağlamak istiyordu. Rahatlayıncaya kadar ağlayıp kötü bir rüyadan uyanır gibi bütün dertlerinden kurtulmak istiyordu ama böyle bir şey asla olmayacaktı. Şirin, ağzı dili olmayan meleklerim dediği, sabah gelirken yolun yarısına kadar onun peşine takılan kedilerini Gülali’ye emanet etti, sonra da gözlerini ondan kaçırarak,
-Ben bu dünyada evimi yaparken, bak sen feleğin işine, meğer zalim hastalık da benim içimde evini yapıyormuş, dedi.
O daha konuşurken Gülali yüzünü yana çevirdi, güçlü olmak zorundaydı, zayıflığını göstermek istemiyordu. Şirin’e destek olmak zorundaydı, onun çoktan ölmüş anne ve babası gibi üzerine titriyordu. Usulca arkasını dönüp indi, otobüs terminalden çıkıncaya kadar kaldırımda durup tütün içti. Sonra da yola çıkıp şehre yürümeye başladı. Kendisiyle yalnız kalmak istiyordu, servisin gürültüsünü kaldıracak hali yoktu.
Gülali’nin hayatı bir film şeridi gibi gözlerinin önünden geçiyordu. Aklı bir an kaval çaldığı gençlik yıllarına gitti. Bir an Seydo Tepesi’nde kaval çalarken buldu kendini. Dertsiz tasasız günlerdi. Gülali obanın çobanıyken Şirin’i Sinek Yaylası’nda görmüş beğenmişti. Genç yaşına rağmen Gülali aklı başında bir insandı. Obanın içinde başı önünde yürür, kızlara başını çevirip bakmazdı, bazen kızlar ona haber gönderip onu sevdiklerini ima ediyorlardı, ona rağmen dönüp bakmazdı, aldığı aile terbiyesi bunu gerektiriyordu. Erkekler ekin biçmeye, köye inmiş, obanın namusu ondan soruluyordu. Ama o yıl nasıl olduysa Şirin’i görmüş beğenmişti. Sürü obaya girince Şirin eksik koyunları arama bahanesiyle sürekli onunla sohbet ediyordu. İlkin pek oralı olmamıştı fakat Şirin’i yakından tanıdıkça ona bağlanmıştı. Onun bu kadar büyüdüğüne inanamıyordu. Akrabaydılar, evleri yakın olmasına rağmen ona fazla dikkat etmemişti. Aralarında epey yaş farkı vardı. Şimdiye kadar onun gözünde daha dünkü çocuktu. Şirin o yaz daha bir gelişip serpilmişti. Şimdiye kadar nasıl da anlamamıştı genç kızın işvesini nazını. Gülali obanın karşısındaki diğer obayla kavga sebebi olan itirazlı Seydo Tepesi’nde hiç korkmadan yüksek bir kayada oturur, kaval çalardı, koyun sürüsü, dağ taş hep onu dinlerdi. Sevdasından aldığı güçle buraların hâkimi benim derdi. Kavalın sesi en çok da Şirin’e ulaşırdı. Onun korkusuzca sürüyü davalık Seydo Tepesi’ne salmasından bütün oba gurur duyardı. Gülali bir acayip olmuştu, yaz boyunca hayatta daha önce tatmadığı esrik bir duygu içindeydi. Adeta ayakları yere basmıyordu. İnsanlara karşı çok kibar olmuştu. Düzenli olarak tıraş oluyor, sürekli saçını tarıyor, esans kullanıyordu. Yüzündeki güneş yanığı kabuklarına krem sürüyor, cebinde aynasını tarağını eksik etmiyordu. Ondaki bu değişimi herkes görüyordu. Gülali normalde kendine bakmayan, kılık kıyafetine hiç dikkat etmeyen biriydi. Şirin adeta bir melek gibi onun hayatına girmiş, şimdiden onun hayatını değiştirmeye başlamıştı. Eskisi gitmiş yerine başka bir Gülali gelmişti. Yüzünde gülümseme eksik olmuyordu. Şimdi gözlerinde parlayan apayrı bir ışık vardı. Bu durum Şirin için de farksızdı. Çadırın direğine astığı, sevgilisinin hediye ettiği aynanın önünden ayrılmaz olmuştu. Koyunlar öğle vakti sağım için obaya inince Şirin bir bahane ile hemen Gülali’ye ulaşıp, onunla hasbihal ediyordu. Aşıklar her şeyi çok gizli tuttuklarını sanıyorlardı. Oysa aşkları milletin dilindeydi, herkes olup bitenin farkındaydı. Çocuklar onun kır çiçeklerinden nasıl demetler yaptığını, Şirin’e nasıl armağanlar verdiğini konuşuyordu. Evin en küçük oğluydu Gülali, evlenme sırası ondaydı. Durumu çoktandır annesine açmak istiyordu fakat utanıyordu. Bir gün cesaretini toplayıp annesine durumu açmıştı. Zaten her şeyin farkında olan annesi çok sevinmişti, ondaki değişimi ilk fark eden de oydu. Hasat işleri için bütün erkekler köydeydi. Babasının köyden gelmesini beklemişlerdi. Büyükler köyden dönünce nişan yapılmıştı, rüya gibiydi, obayı bayram havası sarmıştı. Komşu obalardan köylüklerden insanlar akın akın gelmişlerdi. Gülali en ince detayına kadar hatırlıyordu, her şey daha dün gibi aklındaydı.
Evler yayladan inince koç katımı şenlikleri vaktinde güzel bir düğün yapıldı. Düğünde köyün gençleri çılgınlar gibi halay çekip eğlenmişlerdi o gün. Yastık çıkarmak için atlılar nasıl da dört nala uçmuşlardı Samurlu düzünde. At kişnemeleri ile düğün kalabalığı nasıl da bölünmüştü ortadan ikiye. O günkü nal sesleri halen Gülali’nin kulağında gümbürdüyor. Gelin, Gülali’nin baba evine inmişti. O kış evin bir odası onlara verilmişti. Gülali çobanlık yapmaya devam etmişti yine. Yazın yaylada babasının çadırının yanında küçük bir çadır daha dikilmişti, kendilerine ait ilk evleri bu çadır olmuştu.
Yeni evliler daha yazın evden ayrılmaya karar vermişlerdi. Ağabeyleri gibi onlar da artık yuva kurmalıydılar. Kendilerine ait bir evleri olmalıydı, tencereleri ayrı kaynamalıydı. Köyde adet böyleydi, evlenen gençler baba evinden ayrılır, köyün devamında evlerini yaparlardı, böylece köy yol boyunca uzar giderdi. Yolun iki yakası boyunca yeni evlenen gençlerin evleri sıralanırdı. Yeni yapılacak evlerin temeli için dağlardan taşınan taş kümeleri yolun sağında solunda dururdu. Babası tarlanın devamında Gülali’ye de yer vermişti vakti zamanında. Onun evinin temeli için de önceden taşlar taşınmıştı.
Evler yayladan köye inince ilk işleri evden ayrılmak oldu. Onlar da diğer kardeşler gibi küs ayrılmışlardı evden. Kaynana yeni gelinin ayrılmasını istememişti. Geçici olarak bu kışı geçirecek bir yer bulamadılar koca köyde. Nihayet Şirin’in babası evlerini onlara açtı. Normalde damadın kayın baba evinde oturması görülmüş şey değildi. Şirin’in babasının ahırının devamındaki müştemilatta kışı geçirmek zorunda kaldılar. Soğuk kış gecelerinde koyunların nefesi ile ısınan bu oda onlar için adeta küçük bir cennetti. Uzun bir kıştan sonra bahar gelmiş, zor günler geride kalmıştı. Baharın habercisi leylekler gelmiş, evlerin damlarındaki yuvalarında kuluçkaya yatmışlardı. Yeni evliler köyün çıkışında şose yolun Ağrı Dağı’na bakan yakasında evlerini yapacaklardı. Şirin;
-Tek göz ev istemen, o eski evler tarihte kaldı, diyordu.
Köyün eski tek gözden oluşan evlerini beğenmiyor, küçümsüyordu.
-Evim bir oda bir hol ve ayrıca mutfağım olmalı, diyordu.
Şirin’in kayın babasının evinde mutfak olmaması hoşuna gitmiyordu. Şirin’in yapacağı evde küçük bir aralık olacak aralıkta sedir olacak, sedirin üzerine yün yorgan döşeklerini katlayıp koyacaktı. Kendi yaptığı yün halılarda imza olarak kendi adını ve halıları yaptığı yılın tarihini yazmıştı. Yer minderleri, dokuma halı ve kilimler has yünden yapılmıştı. Kendi elleri ile yaptığı halılarla misafir odasını serip döşeyecekti. Perdelerin üzerinde karşılıklı bakışan iki tavus kuşu olsun isterdi, tıpkı eltisinin perdesi gibi. Bembeyaz badanalı duvarını şoför olan ağabeyinin hediyesi İran halısı süsleyecekti. Evleri ahır ile bitişik olmamalıydı.
-O da ne öyle, hele bu zamanda, ev ile ahır bitişik olmaz, diyordu.
Köyde genelde evler ahır ile bitişik oluyor, kışın evin içine koyun kokusu doluyordu.
-Babanın evine benzer bir ev istemem, diyordu yeni gelin.
Şirin’in bu direten halleri nasıl da Gülali’nin hoşuna gitmişti, bıyık altından kıs kıs gülüyordu, o güldükçe Şirin daha da diretiyordu. Koca bir kış bu hayallerle geçip gitmişti.
Kendisi yaylalarda aranan bir çoban olmasına rağmen Gülali, o yaz yaylaya çıkmadı. Hiçbir ağanın çobanlık teklifini kabul etmedi. Çobanlık zamanlarında hak olarak aldığı bütün tokluları satıp paraya çevirdi. Ayrılırken evden pay olarak verilen birkaç koyunu da kayın babasının sürüsüne katarak yaylaya gönderdi. Köyde tek bir inekleri vardı, yaz boyunca buzağı ile beraber boz ineğin sütünü paylaşacaklardı. İnşaat çoktan başlamıştı. Ustalar günlerdir habire taş kırıyordu. Ilgın ağaçlarında öten ibibik kuşlarının seslerine balyoz sesleri karışıyordu. Balyoz sesleri bomboş köyün duvarlarında yankılanıp geri geliyordu. Sanki bütün köyde taş ustaları taş kırıyordu. Bu da insana köyde yalnız değilmiş hissi veriyordu. Ağrı Dağı’ndan römorklarla taşınmış siyah bazalt taşlarla bir metrelik temel atıldı. Evin gerisi kerpiç ile yapılacaktı. Çamurlar birkaç gün önceden çıplak ayaklarla çiğnenip karıştırılıyor, eski buğday samanı ile harmanlanıyordu. Bir taraftan da çoktandır ekşimiş çamurlar kerpiç kalıplarına dökülüyordu. Yazın güneşinde yere serpilmiş sarı buğday samanı üzerinde kerpiçler kurutuluyordu. Ustalar karınca misali habire çalışıyor. Gülali ve Şirin de en az onlar kadar yoruluyordu. Tulumbadan suyu taşımak, yemek hazırlamak gibi işler tamamen Şirin’in eline bakıyordu. Gülali de kuruyan kerpiçleri el arabası ile inşaata taşıyordu. Gülali çobanlığı bırakmış duvar ustası olmuştu kendi aleminde, elinde şakulü, kemerinde mezru ustabaşı olmuş, sağa sola direktifler veriyordu. Yazın en sıcak zamanıydı, duvarlar yükseliyordu. Gülali yarı beline kadar serin sulara giriyor. Kamış demetlerini kesip getiriyordu. Sivrisinekler başında dolanıyor, güneşte çürümüş gömleğine aldırış etmeden kanını emiyor, yüzünü gözünü morartıyorlardı. Gülali’nin sırtına sıvanmış sivrisinekleri Şirin arada bir elinin içi ile siliyor, avuç içleri kıpkırmızı kan kesiliyordu. Şirin’in içi gidiyordu. Gülali bu yazın hatırası olarak derisinin altında diğer birçok köylüsü gibi artık sıtma ile yaşayacaktı. Karasu bataklığında kamışların en iyilerini tane tane seçip orakla biçiyorlardı. Şirin kenarda durup biçilen kamış demetlerini taşıyor bataklığın dışında, kuru bir yerde bağlıyordu.
Bir gün Alakızıl Köyü’nden aile dostları olan Nevruz Kirve’ye kavak ağacı siparişi vermeye gitmişlerdi. Nevruz Kirve, İran göçmeni müthiş bir marangozdu. Nevruz Kirve belki civardaki bütün köylerin kapı penceresini yapmıştır. Kendisi işinin ehli güvenilir bir insandır. O gün Gülali çok titizleniyordu, ikide bir dönüp;
-Kirvem kurbanın olayım, en düzgün olanlarını keselim haa, diyordu.
Şirin ile beraber bahçede dolaşıp en düzgün ağaçları seçmişlerdi. Tek tek ağaçları seçip işaretlemeleri epey zaman almıştı. Gülali, biraz da Şirin sevinsin diye tekrar tekrar Nevruz Kirve’ye seslenerek;
-Kirve ince ağaçları istemen haa, diyordu.
Nevruz Kirve de her defasında gülerek;
-Tamam Gülali kirve her şey istediğin gibi olacak, sen rahat ol, diyordu
Ağaçların kesildiği gün Nevruz Kirve’nin bahçesinde büyük gümbürtü ile ağaçlar devriliyor. Yuvası dağılan kargalar bulut gibi havada dolanıp duruyordu. Hızar sesleri ile kargaların sesi birbirine karışmıştı. Kargalar günlerce bahçede yerde yatan kavakların başından ayrılmamışlardı. Kargaların yuvaları için feryat figan etmesi Şirin’i çok duygulandırıp üzmüştü, uzun zaman bunu hatırlayacak ve her defasında hayıflanacaktı.
Evin damını örtecek olan kavak ağaçları günlerdir soyulmuş yerde kurumaları için boylu boyunca yatıyorlardı. Taşıma zamanı gelince komşudan ödünç alınan öküz arabası ile bir hafta boyunca tomruklar taşındı. Karasu’nun beton köprüsünden geçerken öküzlerin boynundaki çıngırakların sesi suyun şarıltısına karışıyordu. Köprüden geçerken gürültüden ürken kaplumbağalar güneşlendikleri kamış tümseklerinden kendilerinden beklenmeyen bir hızla derin sulara atlıyorlardı. Sazlıkların serinleten hışırtısı eşliğinde Şirin’in aklı zamanın içinde bir gidip bir geliyordu. Çürük yosun kokusu ve suyun sesi Şirin’i oradan alıp uzaklara götürüyordu. Bu sesler sanki yayladan geliyordu. Karasu, dalgaları ile yaylalardan haber getiriyor gibi. Akıp gelen sular yarpuzun kokusuna, kır çiçeklerinin tozuna, akşamüstleri karşıki Seydo Tepesi’nde Gülali’nin sevdalı kaval sesine bulanıp geliyordu. Bu sesler Şirin’in hayallerini nasıl da yeşertiyordu. Kuzu kırkma zamanıdır. Şimdi yaylalarda derin vadilerde çağıldayan sularda kuzular yıkanıyordur. Uçsuz bucaksız düzlüklerde çayırlar nasıl da rüzgârla sallanıyordur. Şirin köprüden aşağı bakınca ağır ağır akan suda balık yavrularını görüyordu. Annelerinin peşinden bir sürü yavru balık yüzüyordu. Şirin dönüp dönüp öküz arabasının arkasından gelen Gülali’ye bakıyordu, bir rüya alemindeydi ne arabanın tekerlek seslerini ne de öküzlerin çıngırak seslerini artık duymuyordu. Aklından neler geçiyordu, onların da yavruları olacaktı. Sazlıkların serin gölgesinden gelen kuş sesleri eşliğinde Şirin çok uzaklara gidiyordu, orası bilinmez bir düş diyarıydı, o düş diyarında onların evi, evin avlusundaki tulumbanın başında suyla oynayan çocukları vardı.
Bütün evler yaylaya göçtüğü için geride kalan gebe kedilere yaz boyunca Şirin bakmış, doğduklarında yavrularını büyütmüştü. Bu kediler Şirin’e bağlanmış sahipleri yayladan dönünce bile ayrılmamışlardı. Evler yaylada olduğundan köyde bir tek erkekler vardı. Şirin adeta bütün köyün annesi, ablası olmuştu, bütün akrabaların ekmeğini saçta pişirip gönderiyordu. Ev inşaatı sonlarına doğru köyün erkekleri bir gün yardıma geldiler, el birliği ile tomrukları dama yerleştirdiler, inşaatın bütün ağır işlerini akşama kadar hep beraber bitirdiler. Şirin bir kazan dolusu bulgur kavurmuştu o gün. Tereyağlı bulgurun kokusu bütün köyü sarmıştı. O gün inşaatın gölgesinde büyük bir sofra kurulmuştu. Bütün kedi yavruları saklandıkları yerden çıkıp yemek kokusuna gelmişlerdi. Köyün erkekleri o gün doyunca sıcak yemek yemişlerdi.
Ovada hava çok sıcak oluyordu. Karasu bataklığı ve çorak araziler gün boyunca ısınır nemden buğulanırdı. İnşaatın yanına emaneten kurdukları çadırda yaşıyorlardı. Çadırda içme suyu adeta kaynardı. O yaz çok karınca vardı. Karıncalar fazla olunca o yılın bereketli geçeceğine inanılırdı. Erzakların içine karıncalar doluşurdu. Su testisine karıncalar girmesin diye Gülali söğüt ağacından oyduğu bir odunu tıpa yapmıştı. Evlerinin bereketi için Şirin karıncalara asla kıyamazdı. Çadırın kapısına bırakılan su testisi, gece Ermenistan tarafından, Alagöz Dağı’ndan esen rüzgarla ancak serinliyordu. Ovanın karşı yamacında Erivan’ın şehir ışıkları geceyi süslerken Samurlu Köyü’nde henüz elektrik yoktu. Evin çevresinde deve boyunda sazlıklar yükseliyordu. Akşam serinliği başladı mı sivrisinekler bulut olup bataklığın üzerinde havada dalgalanıyordu. Bunaltıcı sıcak yetmiyormuş gibi sivrisinekler de insanı perişan ediyordu. Sinek Yaylası’na alışmış Şirin, köyün yazınki bu halini hiç bilmiyordu. Şirin, akşamları sivrisinekleri kovmak için bir tenekede ateş yakıyordu. Tezek dumanı olmasa zincire bağlı boz inek ve yavrusu da dayanamayacak, zinciri koparıp kaçacaklardı. Karasu bataklığında gün boyunca otlanıp şişmiş inek, tezek dumanı içinde rahatça yatıp geviş getiriyor arada bir derin derin soluyarak gecenin sessizliğini dağıtıyordu. İneğin soluk sesleri Şirin’e yanında bir arkadaşı varmış gibi güç veriyordu. Şirin, ineğin böyle kaygısız yatmasına, derin derin soluk alıp vermesine, huzura ermesine çok seviniyor ve ineğin bu kaygısız haline gıpta ediyordu. Hele inek yavrusunu emzirip yalarken Şirin’de annelik duygusu had safhaya yükseliyor, vücudunda bir karıncalanma hissediyordu. Böyle zamanlarda mintanının altından elini sokarak karnında bir şeyler arıyordu. Elini gezdirdiği karnında henüz bir belirti bulamıyordu. Sonra oracıkta yayladaki gibi Gülali’yi özlüyordu. Bazen hamile kadınlara özenip bir eli ile karnını tutarak dolaşıyordu, sonra yaşlılar ayıplar diye bundan utanıp vazgeçiyordu. Gülali yokken akşam serinlikte saklandıkları yerden çıkıp oynayan kedi yavruları, gün boyunca yorulmuş ineğin soluk sesleri Şirin için yegâne eğlence kaynağı olmuştu. Gece oldu mu Karasu bataklığı adeta bir şehre dönüşürdü, bataklık ete kemiğe bürünür canlanırdı. Kurbağa sesleri devasa bir cümbüş olup insanı bataklığın içine çekerdi. Arada bir sazlıkların rüzgârda hışırdamasından insan irkilir, insanın içine bir ürperti düşerdi. Köyde sazlıklarla ilgili kulaktan kulağa efsaneler yayılırdı. Eski zamanlara ait cin, peri hikayeleri anlatılırdı. Bataklıkta boğulup kaybolmuş çok insan vardı. Bazı geceler evin civarından domuz sürüleri geçerdi, Gülali uyanmazdı. Gülali akşamları köyün içine çıkıp yarın çalışacak amelelerin peşinde gezerdi, dönünce de yorgunluktan hemen uyuyakalırdı. Evin ortaya çıkan kısımlarının ve ertesi gün yapılacak işlerin heyecanı ile gözüne uyku girmeyen Şirin de gece boyunca çadırın önünde Erivan şehrinin ışıklarına bakarak hayallere dalardı.
Nevruz Kirve, kapı pencereleri moda olduğu üzere sarıya boyamıştı. Pencerelere şimdiden sineklikleri takılmıştı. Şirin bir adet tül perdeyi kapıya da sineklik niyetiyle asmıştı. Evi kötü ruhlardan korusun diye damın üst köşesine kuru bir boğa kafası konulmuştu. Şirin kuru üzerlik otunun tohumlarını boncuk gibi ipten geçirip güzel bir seccade motifi yapmış, her boncuk dizisinin ucuna da renkli bezlerden püsküller yapmıştı. Bunu kapının üstüne nazarlık diye asmıştı. Yayladan dönen köylüler gözlerine inanamamışlardı. Yeni evlenecek gençler eve gıpta ile bakıyor, hayalleri bu sayede biraz daha yeşeriyordu. Çocukların rahatça oynaması için büyük bir avlu bırakılmıştı. Avlunun ortasına tulumba vurulmuştu, tulumbanın önüne de iğde fidanları şimdiden dikilmişti.
Sonraki zamanlarda Şirin’in istediği yere bir ahır yapılmıştı. Avluda artık tandırlık ve samanlık da vardı. Çeşmenin önüne dikilen iğde ağaçları her baharda sarı çiçekler açıyor, insanı sarhoş eden bir koku yayıyorlardı. Gülali ile Şirin yıllardır yaylaya gidip geliyorlardı. Fakat rüyasını gördükleri, hayalini kurdukları, isimleri bile hazır olan çocukları bir türlü olmuyordu. Gülali, önceleri sözünü etmeye utanıyordu. Kadınlar kendi aralarında büyü, muska vs. gibi yöntemlerle işin üstesinden gelmeye çalışıyorlardı. Fakat denedikleri bütün yöntemler boşa çıkıyordu. Gülali’in ailesi onu sıkıştırıyor, zürriyet için yeniden evlenmesi gerektiğini kulağına üflüyorlardı. Özellikle kaynanası çok diretiyor, Şirin’e kızarak;
-Uğursuz kadın, sen oğlumun soyunu kuruttun, diyordu.
Kaynana bir an önce boşanmalarını istiyordu, yeni gelin adayını bile bulmuştu. Ağabeyinin dul kızını Gülali için münasip buluyordu. Hatırı sayılır insanlar araya girip ricacı oldular kaynanayı biraz da olsa teskin ettiler. En son yaşlılar da izin verince civarda ne kadar şeyh, hekim, molla varsa hepsini gezdiler. Şirin, çocuğu olsun diye evliliği bozulmasın diye sürekli adaklar adıyor, türbelere nezirlerde bulunuyordu. Töreye göre Gülali yeniden evlenmeliydi. Bu töre Şirin’e çok ağır geliyordu. Ya kocası yeniden evlenecek ya da ne edip edecek bir evlat doğuracaktı. Zaman geçtikçe Şirin ümitsizliğe kapılmış, yemeden içmeden kesilmiş türbe, dergâh, ocak gezmedik kapı bırakmamıştı. En son Allah’a bir nezirde bulunmuştu. Eğer bir evladı olursa yedi köy gezecek, yedi köyün yedi fakir evini bulup onların köpekleri ile beraber aynı tastan akşam yal yiyecekti. Ne yapıp ettiyse muradına ermediği gibi evliliği de tehlikeye girmişti.
Bu civarda köyleri dolaşıp dilencilik yapan ayrıca bunun yanında gizlice muska ve büyü ile gönül işleri yapan yaşlı, kılıksız, iki büklüm yürüyen Sürme Kadın vardı. Sürme Kadın fal bakar, evde kalmış kızların bahtını açmak için büyü yapardı. Boşanma derecesine gelmiş evlilikleri kurtarma adına çeşitli yöntemler uygulardı. Gençlik yıllarının güzelliğini gösteren geniş yuvarlak, kemikli yüzünün derisi şimdi kırışmış, göz altı derileri torba olmuş aşağı sarkıyor, bir gözü mimiksiz kalmış kapanmıyordu. Sürme Kadın köyleri gezerken peşi sıra onun gençliği, güzelliği ve aşkları ile ilgili hikayeleri de onunla dolaşıyor, her köyde yeniden şekillenip insanların hayal gücünün sınırlarına göre değişip yayılıyordu. Sürme Kadın, Şirin’in evinden çıkmaz olmuştu. Yeter ki yaptığı tılsımlı ilaçlar tutsun diye her gelişinde kendisine bir kuzu veriliyordu. Sürme Kadın yağlı kapıyı bir kere bellemişti imkânı yok el çekmiyordu. Aradan yıllar geçiyor denediği yöntemler işe yaramıyordu. Sürme Kadın’a göre çocuklarının olmaması kocadan kaynaklanıyordu. Bir gün gizlice Şirin’e bir teklifte bulundu;
-Kocanın zürriyeti kesilmiş, bunun için de son bir çare var, dedi. Ama sen bunu yapabilir misin, orası senin elinde olan bir şey. Günahı da sevabı da senin boynuna. Bunu yaparsan hem çocuğun olur hem de evliliğin kurtulur, dedi.
Heyecanla yeni çareyi bekleyen Şirin’in kulağına gizlice;
-Başka bir erkekten döl almak dışında çare kalmadı. İlkbaharda her gün buradan geçip yaylalara giden tanımadığın, başka köylerden gelen bir sürü çoban oluyor. Senin evin köyün dışında hem de sürülerin yolu üzerinde. Zaten bu çobanlar sürekli kapıya gelip senden su istiyorlar. Bu çobanlardan biri ile bu işi gizlice yaparsın sonra ne o seni tanır ne de sen onu tanırsın, olur biter, dedi.
Bunu duyan Şirin oracıkta fenalaşıp bayıldı, kendine gelince de tırnakları ile yüzünü parçaladı, saçını başını yoldu. Sürme Kadın’ı dövdü, sürükledi, evden kovdu. Peşine köpekleri saldı. Yeni sulanmış tarlaların sınırlarında Sürme Kadın çamurlara bata çıka gözden kayboluncaya kadar köpekler üstünü başını parçalayıp kovaladı. Sürme Kadın bir daha da bu civara uğramadı. Bu mesele Şirin’in aklına geldikçe çıldırıyor, ölüp ölüp diriliyordu. Sürme Kadın gittiği yerlerde adını çıkaracak diye ödü kopuyordu. Gülali’ye böyle bir ihaneti nasıl yapardı. Yuvasına böyle bir necaseti nasıl bulaştırırdı. Mahşer günü bunun hesabını kim verirdi. Şirin ile Gülali’nin çocuklarının olmaması bütün köyde konuşuluyordu. Bütün bu yaşananlara karşı Gülali’nin gözü Şirin’den başkasını görmüyor, yeniden evlen diyenlere asla itibar etmiyordu. Büyük bir ermişin tevekkülü içinde sabrediyordu. Ona kalırsa her yıl koyunlara kuzu veren, kedilere yavru veren, kırlangıçlarını unutmayan Allah elbette hazinesinden onlara da bir evlat verecekti.
Çeşmelerde, tandır başlarında, yolda nahırın gelmesini beklerken orda burda toplanan kadınlardan kimi kabahati Gülali’de kimi de Şirin’de buluyordu. Her gün başka bir rivayet konuşuluyordu. Köylülere göre,
-Zaten aralarında yaş farkı vardı, evlendiklerinde kız daha küçücük çocuktu.
-Gece dağlarda koyun otlatırken Gülali’nin üzerine korku düşmüş zürriyeti kesilmişti.
-Gülali çobanlığa gittiği uzak köylerin birinde başka bir kızla evlenmişti.
-Daha evlendikleri ilk yıl kaynata evine yerleşmeleri uğursuzluk getirmişti.
-Babasının eski bir çobanı Şirin’e aşık olmuştu, kızı alamayınca da muska ile bahtını bağlatmıştı.
-Şirin daha küçükken İranlı bir cinle evlendirilmişti.
-Gülali kızın ahına girmiş, kız istemediği halde büyü yaparak onunla evlenmişti.
Kadınlar böyle uydurma şeyler konuşup duruyorlardı. Bu durum uzun yıllar böyle sürdü. Gülali ile Şirin’in çocukları olmadı. Boş evde akşamları boyunları bükük oturup duruyorlardı. Gülali radyo dinlerken uyuyakalıyordu. Uzun gecelerde evdeki tek ses Erivan radyosundan gelen müzik sesleriydi. İğde ağaçları ile çevrili avlularında zamanla ahırları çoğaldı. Koyun sürüleri çoğaldı. Ahırlarının damlarındaki kırlangıçlar her baharda yeniden yavru yapıyordu. Kedileri üçer beşer yavruluyordu. Daha dün evlenen gençlerin bile boy boy çocukları olmuştu.
Köyde yeni evlenen gençlerin yaptıkları evler, Gülali ile Şirin’in evinin çevresindeki boşluğu zamanla doldurdu. Yeni evlenen çiftler iki oda bir salondan oluşan modern evler yapıyordu. Köye elektrik gelmiş, evlerin kapısında lambalar yanıyordu. Muhtarın evine telefon bağlanmıştı. Gurbette çocuğu olan anneler akşamları muhtarın evine gidip çocuklarının telefonunu bekliyorlardı. En son köye televizyon geldi. İnsanlar muhtarın evinde telefon sırasını beklerken televizyon izliyorlardı. Samurlu Köyü, uçsuz bucaksız düzlükte kıvrımlar yaparak akan, iki yanı bataklık kaynayan, sazlıklar içinde kaybolmuş Karasu boyunca uzanan bir köydür. Herkesin aynı babadan geldiği köyde kan davası, cinayet, namus belası görülmüş değildir. Dışarıdan pek kız alınıp verilmez. Daha küçükken kimim kiminle evleneceği az çok bellidir. İnsanlar burada hayvancılıkla yeteri kadar meşgul olduğundan yakın zamana kadar çalışmak üzere dışarıya fazla göç vermemiştir. Muhtarın bakkaliyesi dışında alışveriş yapılacak başka yer yoktur. Köyün tarihinde kahvehane hiçbir zaman olmamıştır. Kahvelerde fanti oynuyorlar diye komşu köylerden çoban bile tutulmazdı. Elektrik, telefon, televizyon gibi aletler, gelişmelere kapalı olan köyde ilkin hoş karşılanmamıştır. Bu yüzden hacı hocalarda bir istememe bir telaş başlamıştı. Köyde ar edep kalmadı deniliyordu. Yeniliklere direnen köyün yaşlıları ilk başlarda Şirin’in çocuk için tedavi görmesine bile razı olmamışlardı. Köye gelen yeniliklerden dolayı insanlar Gülali ile Şirin’i unuttular. Uzun bir dönem de böyle geldi geçti.
İstanbul’a çalışmaya giden Şirin’in kardeşleri, kaderlerine boyun eğmiş Gülali ile Şirin’i uzun uğraşlar sonunda doktora gitmeye ikna ettiler. Karı koca İstanbul’a birkaç defa gidip geldiler. Son gittiklerinde dönüşleri çok uzadı. İstanbul’dan muhtarın evine telefon geldi. Çocuk için gittikleri hastaneden kötü haber gelmişti. Şirin’in kötü hastalığa yakalandığı, midesinde habis bir ur olduğu ve oldukça geç kalındığı söylendi. Şirin ömrünün geri kalanını da doktor ve hastane kapılarında geçirdi. Tedavi için bütün koyunları satıldı, kapılarında para eden bir şey kalmadı. Avludaki tulumbanın başında Şirin’in kendi elleri ile diktiği iğde ağaçları susuzluktan kurudu, geride kalan kedileri yaşlandı. Kapıdaki tül sineklik tiril tiril dağıldı. Ahırların damı çoktan çöktü. Duvardaki İran halısını güveler kemirip delik deşik etti. Yağmurda evleri damlamış, sedirde tavana kadar yükselen yün yorgan döşekler nemlenip çürümüştü. Damdaki kalaslar ve sütunlar çürümüş, içindeki kurtlar sürekli ağaçların içini kemiriyordu. Tavandaki merteklerin kurt yeniği deliklerinden habire sarı unlar halıların üzerine dökülüyordu. Şirin bunları görse dayanamazdı. Gülali tek başına kalmıştı, bazen sıtma krizine giriyor, yatakta tek başına ateşler içinde titreyip duruyordu. Yalnızlıktan kendini sigaraya vermiş, dişleri tütünden sararmış, saçı sakalı birbirine karışmıştı.
İstanbul’a bu gidişinde doktor, Gülali’yi odasına çağırıp durumu anlattı, eşini alıp eve götürmesini istedi. Uzun süren tedavi süresince ilaçlar hastanın vücuduna zarar vermişti. Hastalık gittikçe yayılmış, yapılacak bir şey kalmamıştı. İğdelerin kızardığı, Karasu bataklığında sazlıkların sonbahar rüzgârında hışırdadığı bir yayla dönüşü zamanında Şirin köyüne dönmüştü. Kendi elleri ile inşa ettiği yuvasını harap halde görünce avlunun ortasına yığılıp kalmış, kedileri etrafını sarmışlardı. Yıllarca emek verdiği evini ağaçlarını ve kedilerini bu halde görünce daha da fenalaştı. Ertesi günün akşamı onu devlet hastanesine yatırdılar. Gülali o gece hastane odasında hasta yatağının yanı başında tahta bir sandalyede sıtma ateşinde, yarı uykulu oturuyordu. Oturduğu yerde sanki rüya görüyordu, bir düş içinde kafası eskiye gidip geliyordu, neyin hayal neyin gerçek olduğunu ayıramıyordu. Şirin mi ölüyordu yoksa kendisi mi ölüyor belli değildi. Gece uzamış, doktorlar, hasta bakıcıları ortalıktan kaybolmuş, el ayak çekilmişti. Gülali’nin kulağı uzaktan, Acem elinden bir ağıt gibi süzülüp gelen Hüseyni makamında okunan sabah ezanındaydı, gördüğü düşte öbek öbek gökten süzülüp indiler, kanatları çiğ tanelerinde ıslanarak, ovanın üstünde süzülen melekler indiler, nöbetçi hasta bakıcılarının arasından geçerek kapıyı itip içeri geldiler, direk hastanın yatağına yöneldiler, eğilip kalktılar eğilip kalktılar. Dudakları kıpır kıpır okuyan Şirin sekarattaydı, korkusu tasası geçmiş serum şişeleri ve öten cihazlara rağmen kaygısız yatıyordu. Başında toplandılar kuşaklarından çıkardıkları kağıtlara notlar aldılar, beyazlar içinde melekler başında toplandılar, kozasından çıkan bir kelebek misali azat olan bu kederli ruhu da aralarına alıp yükseldiler, evlerin üstünden, çim hisarların üstünden uçtular, serin bir güz gecesi hastane binasının üstünden, tarlaların üstünden kadim dağların üstünden uçtular, bir mağribe döndüler bir maşrike, gökte küçülen bir turna katarı gibi bilmem nereye hangi yöne gözden yittiler.