DergiZan

Yazı ve Sanat Ülkesi

Reyhan Kokusu / Mustafa Alagöz

Asya, komşu köyden bir çobanla, Mirza ile sevdalanmışlardı. Asyaların evi köyün dışında, komşu köyün kışlağının yakınındaydı. Komşu köyden olan bu çoban, sürüsünü özellikle Asyaların evinin yakınında otlatıyordu. Asya, çobanın yanık kavalına tutulmuştu.

Güz mevsiminde sürüler, Ağrı Dağı eteklerinde otlanıyordu. Bu kırlarda su olmadığından sürülerin haftada bir düze, Iğdır Ovası’ndaki köye inmesi gerekiyordu. Sürü köye indiğinde hem sulanıyor hem de bir iki günlüğüne köydeki kışlakta yayılıyordu. Sonra tekrar gerisin geri kıra dönüyordu. Asya, sürünün düze ineceği günü iple çekiyordu. Asya, koyun sürüsünün ayakları altında ezilen reyhan kokusundan, Mirza’nın gelişini haber alıyordu. Kapı pencereden kendini dışarı zor atıyordu. Zaman geldi, zaman geçti, âşıklar sazlı gölün kenarında, ılgınların arasında buluşmaya başladılar. Mirza her kışlağa indiğinde Asyaile buluşuyor, gelecekle ilgili planlar kuruyordu.

Meseleyi ilk başta Asya’nınannesi anladı. Kızına; kendisinin yetim bir çobana verilemeyeceğini, bu sevdadan vaz geçmesi gerektiğini anlattı. Zaten bu gerçeği hem kız hem de çoban iyi biliyordu. Gerekirse kaçıp Erivan’a, Aras Irmağı’nın öte yakasına geçeceklerdi. Asya’nınüç erkek kardeşi vardı, üçü de bir birinden yamandı. Köyde in cin herkes onlardan sakınırdı. Anneleri durumu oğullarına açmaya korkuyordu. Oğullarının, çobana ve en önemlisi Asya’ya bir kötülük edeceğinden korkuyordu. Nihayet kızın ağabeyleri meseleyi duyunca tufan koptu. Olay namus meselesi haline geldi. Ilgınların arasında gizlenip çobanın o civara gelmesini beklediler. Birkaç kez, her defasında da çobanı, kafa kol kırıncaya kadar değneklerle dövdüler. Çoban vaz geçmiyor, her kışlağa dönüşünde kavalını söyletir, Asya’nın yüreğini dağlatırdı. Kardeşler çobanın kavalını duydular mı kuduruyorlar, Asya’nın üzerindedaha çok baskı kuruyorlardı.

Evden uzaklaşması yasaklanmasına rağmen Asya, iğde toplama bahanesi ile su kanalının kenarına gider, ılgın ağaçlarının arasında gizlenip kavalın sesini uzaktan dinlerdi. Sazlıkların arasında beklerken her defasında Mirza’nın gelişini reyhan kokusundan anlardı. Bir günbatımı, sürü ılgın ağaçları ile süslü, reyhan kokusu bulutuyla kaplı kışlağa gelmişti. Sürü, ağırdan yayılmış, Mirza’ya deli bir cesaret gelmiş, kavalına davranmıştı. Kavalı ile Asya’ya “sazlı göle gel” diyordu. “Kırmızı ılgınların arasına saklan” diyordu. “Sürünün tozu yükselinceye kadar beni bekle” diyordu. Sürünün ayakları altında ezilen reyhanın kokusu ona afyon gibi cesaret veriyordu. Değil üç kardeş, belki bir müfreze üzerine gelse o gene kararından şaşmayacaktı. Sonbahardı, hava serinceydi. Sürü yere taş gibi yıkılmış otlanıyordu. İğdeler olgunlaşmış, güneşe bakan bir yanları kızıla çalıyordu. Reyhanın kokusu Asya’nınbaşını bir tütsü bulutu gibi sarmış, aklını başından alıyordu. Zaten Mirza’nın gelişi kavalın sesinden önce, reyhanın kokusu ile kendini belli ediyordu.

Son buluşmalarında Asyasevdiğine yazmasını ve kumral saçından bir bukle vermişti. Töreye göre eşarbı kaçırılan kızı kimse alamazdı. Ya eşarp aynı gün daha kimseler duymadan geri alınacak ya da kızı istemeye istemeye eşarbı kaçıran kişiye vereceklerdi. Mağrip ezanı vakti Asya,sazlı gölden dönerken ağabeyine yakalandı. Mirza, kanatlanıp uçmuş, tozu dumana katmış sürünün içinde yitip gitmişti. Fakat ölümcül şüphe erkek kardeşler arasında bir kere yayılmıştı. Asya’yızorladılar, ağzını yokladılar fakat laf alamadılar. Zaten tek kız kardeşleri olduğundan çok seviyorlardı. O yüzden fazla üzmeden bu olayı açığa çıkarmak istiyorlardı. Anneleri kızı sıkıştırıp olayın aslını öğrendi. Çoban bu akşam eşarbı kaçırmıştı.

Bu işi artık kan temizlerdi. Kardeşler hemen toplandılar, söz aldılar, söz verdiler; küçükleri, ölümcül, hırçın, “Asalım keselim, zaten izin vermediniz ki, ilk gün onu bitirecektik.” dedi. Çok kavga görmüş, dayak yemiş, yüzlerinde derin yara izleri olan büyük kardeşler; daha saygılı daha temkinliydiler, diz kırıp annelerini dinlediler. Bu olay duyulmamalı, eşarp sabaha kalmadan geri alınmalı, çobanın gereği yapılmalıydı. Zaten kızın dayısının oğlu onu çoktandır istiyordu. Askerden gelmesi bekleniyordu. Anneleri mahpusluk nedir, dul kalmak nedir iyi biliyordu. Anne; “Ölüm olmaz!” dedi, “Babanız mahpus damında öldü, sizin de hapse girmenize gönlüm elvermez.” dedi. Annelerine söz verdiler; eşarp alınacaktı, Mirza’ya kıyılmayacaktı. Fakat onu, kız kardeşlerinin eşarbını kaçırmaya da pişman etmeye yeminliydiler.

Gün çoktandır kavuşmuş, gece ilerlemiş, hava serinlemişti, kuş uçsa, bu uçsuz bucaksız düzlüklerde duyulurdu. En kısık fısıltı bile ta uzaktan insanın kulağına çalınırdı. Akşamın koynundan gümüş tastan bir ay doğmuştu. Alagöz Dağı’nın serin rüzgârına dolanmış kavalın sesi, bilmem ta nereden çıkıp geliyordu. Asya,kavalın sesini işittikçe içinden; “Mirza kaç!” diyordu. Reyhanın kokusunu duydukça; “Mirza git buralardan, seni tutacaklar..” diyordu.

Ilgınların arasına dalan kardeşlerin ellerinde annelerine söz verdikleri gibi silah yoktu. Ellerinde sadece kırmızı ılgın dallarından kesilip ateşte dağlanmış, kabuğu sıyrılmış, tereyağı ile kavlanmış değnekleri vardı. Olsun, zararı yoktu, Mirza’yı bu gece doğduğuna pişman edeceklerdi. Deve boyunu aşan ılgınların arasına sızan kardeşleri, Mirza asla sezmemişti. Onun aklı koynundaki yazmadaydı. Köpekleri huylanmış, ılgınların yoğun olduğu yere doğru hücum edip geri kaçıyorlardı. Sanki birileri koyun sürüsünü uzaktan izliyordu. Ama Mirza’nın aklı oralarda değildi. Uyanmadı, izlendiğini fark etmedi.

Olası köye haber ulaştırmaya karşı önlem alınmıştı. Asyaile annesi, kardeşler tarafından ahıra kilitlenmişti. Anneleri ölüp ölüp diriliyordu. Allah vere çobana bir şey yapmasınlar, başlarını belaya koymasınlar. Çünkü kocası, kan davası belasından yıllarca İshak Paşa Sarayı’nın zindanında çürümüştü. Nihayet zindanda veremden ölmüş, çocukların yükü büsbütün kendisine kalmıştı. Allah’tan kendi ağabeyleri yetimlere sahip çıkmış, çocukları büyütmesine yardım etmişlerdi. Şimdi güç bela büyüttüğü oğulları, başlarını belaya koyacak diye korkuyordu. Her ne kadar söz almış olsa da gençlik hallerinden tedirgin oluyordu. Kararından çoktan caymış, kapıyı kırabilse ağabeylerine koşacaktı.

Ak yeleli teke sürünün önüne düştü, toz duman yükseldi, Mirza sürüyü yatağa, ağıla sürdü. Aras Irmağı’nın kıyısına ulaşıldı. Karşı tarafta Erivan’ın elektrikli sokak lambaları, şehrin yanardöner neon ışıkları Mirza’nın aklını başından alıyordu. Bir gün Asya’yla kaçıp Aras’ın öte yakasına, Erivan’a geçecek, izlerini kaybettireceklerdi. Aklı fikri Asya’daydı. Zalim kardeşleri onu vermezlerdi. Kendisi fakir, yetim bir çobandı. Çifti çubuğu, bu koca ovada ekilecek bir karış toprağı yoktu. Toprak damlı evinin tek nefesi, yaşlı annesi Berfo idi. Onun da bir idaresi yoktu. Başka da kimi kimsesi yoktu. Mirza, ağasının koyun sürüsünü yazın yaylada, kışın ovadaki kışlakta otlatarak geçimini sağlardı. Hakkını alır almaz annesine uğrar, duasını alır, eksiklerini tedarik ederdi. Okul yüzü görmemişti. Kahvehane, çarşı pazar, düğün dernek bilmezdi. Varsa yoksa kaval çalar, türkü söylerdi. Uzun sonbahar gecelerinde, tek arkadaşları olan köpekleri ile yarenlik ederdi.

Geç bir sonbahardı. Gece ilerledi, hava iyice soğudu. Aras Irmağı’nın kenarındaki göletlerde, boğulmuş sazlıklarda sabaha karşı yoğurt kaymağı kadar buz donardı. Ertesi gün; rengini ekşitmiş yaban söğüdün dalına düşen kırağı ile beraber o buzlar da güneşin ilk ışıklarıyla uçar, giderdi.

Artık koynunda alev alev yanan bir emanet vardı. Misk amber kokulu, sevdiğinin saçını da kavalın kılıfına sakladı. Mirza gene kuru ılgın dalları ile ateş yakmış, geniz yakan acı dumanın tütsüsünde çay demlemiş, kavalını çalıyordu. Oysa tezgâh kurulmuş, kalemi kırılmıştı. Akşamdan beri, bir baykuş yer belli eder gibi, haber verir gibi ara ara öter dururdu. Çoban köpekleri bir şeyler sezmiş gibi gerilmiş, kulaklarını Aras Irmağı’nın koyaklarındaki sazlığın içine dikmişlerdi. Kuş kanat çırpsa saldıracaklardı. Henüz gecenin yedi adet gada-belası geçmemişti ki birden köpekler vurmaya başladı. Birilerini sıkıştırır gibi canhıraş havlıyorlardı. Arada bir kendilerine değnekle vurulmuş gibi acı acı bağrışıp ateşe kadar sokuluyorlardı. Çobanın yanı başında kaval dinleyen teke bile tedirgin olmuş, sürünün içine çekilmişti. Fakat kavalın sesinden Mirza bir şey duymuyordu. Oldum olası kavala daldı mı, sürüye kurt düşse, köpekler kendilerini yese, teke onu bırakıp kaçsa bile haberi olmazdı.

Kardeşler, ay bulutlandığında karanlığa bulanarak koyaktan çıktılar, yanlarında getirdikleri yağlı keçeleri köpeklerin önüne attılar. Köpekler ilkin yanaşmadılar, fakat sonra eritilmiş sarı yağın kokusunu aldılar. Keçelere yanaştılar, kemirdiler. Keçelerin üzerine dökülmüş yağın içindeki zehirle köpekler derin bir sükûna erdiler. Kardeşler geldiler, sürünün dört bir yanından yanaştılar. Geviş getiren sürünün içine bir müddet çömelip kulak kabarttılar. Erivan’ın şehir ışıklarının şavkından bir süre gözlerini alamadılar. Tren sesini, şehrin kumkumasını dinlediler, baktılar, sezindiler. Kavalın sesine yöneldiler. Bir lahza sonra çobanın yanı başında bittiler.

Mirza en savunmasız anındadır. Mirza, yüreğinden yaralıdır. Ölse gam yemez. Ölüm Asya’nın köyünden mi geldi, zararı yok, baş üstüne. Mukavemet etmedi. Başka bir zaman olsa, köpekleri yanındayken, ehil köpekleri ilk değnek takırtısında şahlanırdı. Solak Mirza bir düzine adamla baş eder, yıkılmazdı. En azından bir yolunu bulur, aralarından çıkardı. Fakat elleri, ayakları yaralı kuş misali çırpınıp durdu. Ağzına birkaç kelime almak istedi, kavaldan uyuşan dudakları yarı aralık kalakaldı. Kardeşler gözlerini karartmışlar, annelerinin ahtını unutmuş gibiler, babalarının ıstırabı üzerine adam mı öldüreceklerdi? Biricik bacılarının namusuna halel mi gelmişti? Yol boyunca birbirlerini fena doldurmuşlardı. Mirza’nın dalını budağını değneklerle kırıp döktüler. Büyükler, hırçın küçüğü zor zapt ettiler, çoban öldü diye korktular, el çektiler. Koynunu yokladılar, yazmayı teslim aldılar, en büyük ağabeylerine verdiler, karanlığa karışıp gittiler.

Bir hayal, bir an sonra yüzüne düşen sıcak gözyaşlarından Mirza uyandı. Gözlerini açtı, ay bulutların ardından çıkmıştı. Ayaza çalan havada gök kubbede yıldızlar sayılıyordu. Irmağın, ırmağın içinde yalap yalap yüzen dalgaların, yaban söğütlerinin, kıyılardaki sazlıkların, durgun sularda boğulmuş, çürümüş kocaman söğüt gövdelerinin, gözleri birer çift değerli boncuk gibi kıpkırmızı parlayan yatıp geviş getiren koyun sürüsünün üstüne, ağılın çevresinde bol koyun gübresi ile boy atmış yeşil çimenlerin her bir dalına konmuş gene boncuk boncuk parlayan çiğ tanelerinin, bataklıklarda sükûna ermiş kurbağaların üstüne gümüşten bir ay doğmuştu. Her taraf gümüş gibi serin bir beyaza bürünmüştü. Asya’nın yanaklarından yuvarlanıp inen son iki damla, iki boncuk tanesi de ağır yaralı çobanın yüzüne düştü. Alnına konulan sıcak öpücükle Mirza huzur buldu, başka bir âleme geçti, bayıldı, başı usulca yana kaydı, dudakları halen aralıktı. Körelmiş, geçmiş ateşin yanı başında, kanatları yanlarına sarkmış, yüzü gözü kan revan içinde, Mirza ölü yatıyor. Sabaha karşı üzerine kırağı yağacak, sarı saçlarını ıslatıp kanları ile beraber çökmüş avurtlarının üzerinden süzülecekti.

Hınçlarını alan kardeşler, karanlığın içinden kaybolup gittiler. Sazlıkların içinden bataklıklara bata bata, yarı bellerine kadar ıslak, sivrisinek uğultusu eşliğinde yürüdüler. Yaban domuzu hırıltısı, çoban köpeklerinin uzaktan havlamaları, baykuşların “buradalar buradalar” hımhımları eşliğinde yürüdüler. Sabaha karşı eve vardılar. Kilitli ahırda, başucunda annelerinin ağladığı kız kardeşlerini bayılmış buldular. Annelerine; şüpheli yemin ettiler. Söz verdikleri gibi “Mirza yaşayacak” dediler.

Öte tarafta Mirza’nın çoban arkadaşları seherde kırağı ile kalkıp gerindiler. Uzaktan, Mirza’nın uyanıp sabah ateşini yakmadığını gördüler. Şüphelendiler, bakındılar. İçlerinden birisini, hafif bir küçüğü gönderdiler, önce köpeklerinin korkusundan uzaktan seslendi çocuk. Yaklaştı. Söğüt dalına tırmandı, bakındı. Yok, köpeklerden ses çıkmadı. Koşup Mirza’nın halini gördü. Arkadaşlarına, dönüp haber etti. Onlar da civar köylere haber saldılar.

Haber Mirza’nın ağasına tez ulaştı. Ağa gelinceye kadar arkadaşları, kalınca iki söğüt dalı kesip iki eşeğin arasına battaniye ile gerdiler, yarısı yerde yarısı eşeklerin boynuna bağlı bir sedye yaptılar. Mirza’yı; eşekleri sürerek köye götürdüler. Berfo Ana, henüz yedi gülden hiç birini dermemiş, muratsız yavrusunu kimin vurduğundan habersiz, evinin önündeki küllüğe çıktı, ağzını Ağrı Dağ’ına verdi. Yedi düvelin doğmuş doğmamış, kızına oğluna beddua etti. Ağıt yaktı. Allah’a yakardı, başından aşağı kül savurdu, saçını başını yoldu, Allah’a karşı uludu, uludu, uludu…

Yaşlı hekimler, büyücüler, sınıkçılar yaralının başına toplandılar. Bereket versin ağa, Mirza gibi çoban bulamayacağından olacak ki onun iyileşmesi için çok çaba sarf etti. Ağa, koca bir boğayı çökertip kesti. Yaşlı hekimler derisini yüzdüler ve Mirza’yı çırılçıplak soyup deriyi ona giydirdiler. Amerikan bezi ile sarmaladılar.

Daha sonraları hem Mirza hem ağası, zehirlenmiş köpekler için fena yanacaktı. Mirza’nın hesabını belki soran yoktu. Kızın dayıları ricacı gönderip ağadan cins çoban köpekleri için af diledi. Yoksa olayların önü alınamazdı. Bu ağaya bir hakaretti. Hem de çobanı ölesiye dövülmüştü.

Çoban, uzun kış mevsimini yaşlı annesinin ocağında, kundakta yatan bebek gibi geçirecekti. Yaşlı annesinin o şefkatli, sihirli ellerinde sanki tekrar doğdu, yeniden büyüdü. Koca boğanın eti, kemiği iliğine kadar kendisine yedirildi. Ağası ona hakkını eksiksiz verecekti. Yeter ki iyileşip yayla dönemine yetişsin diye bekledi.

Bahar geldi, çattı. Nevroz Bayramı kutlandı. Sazlı gölün kıyısında kamışlar boy attı. Bataklıklarda kurbağalar sabaha kadar dinmedi. Sulak tarlalarda yeni doğmuş taylar, kışı zor atlatmış yorgun annelerinin etrafında fırıl fırıl döndü. Yaylalarda karlar erimeye yüz tuttu. Yamaçlar zümrüte yeşerdi. Dağ etekleri süsen, sümbül, şahın perçemi ile süslendi. Obalar, yamaçlara benek benek öbekler kurdu.

Baharda yüceleri karlı mor dağlar, yosun yeşili, zümrüt yeşili dağlar obaları kendine çağırdığında; Ağası, Mirza’ya istikamet verdi, gene yaylaya, sürünün başında gönderdi. Sinek Yaylası’nın kekik kokulu tereyağından, buzulların altından kaynayan pınarların soğuk suyundan içen çoban daha da ölmedi. Kime böylesi zalim bir ölüm uğrasa kesin teslim olurdu. O, Asya’nın kendisine armağan ettiği kumral bir zülfüne sadık kalmıştı. Bu yüzden de ölemezdi. Koynunda, ter kokulu mendiline sarılı sakladığı bir bukle alev alev balkıyan kumral, misku amber kokulu saçı her gün gizlice kimseler görmeden çıkarır, öper, koklar, onunla yaşardı.

Sonbahar geldi. Mirza, sürüyü gene sevdiğinin evinin civarına götürecekti, bu kez kesin ölmeliydi, yoksa ona rahat yoktu. Yârinin yüzünü bir görse gayrı ölüm kolaydı. Yayla dönüşünü dört gözle bekliyor, son günlerde gözüne gram uyku girmiyordu. Yaz boyunca uzak kaldığı ulu Ağrı Dağı’nın beyaz zirvesini, bütün mor ardıl dağların üzerinden göreceği, Iğdır Ovası’na varacağı günü iple çekiyordu.

Felek bütün bunlara aman vermeyecekti. Mirza düze daha inmeden olan biteni; yaylaya gelen ağasından duyacaktı. Ailesi, Asya’yı dayısı oğluna nişanlamışlardı. Sonbaharda, koç katımından hemen sonra düğününü yapacaklardı. Başı bağlı bir gelin sayılan Asya’ya yaklaşmak törede yoktu. Asla uygun görülmezdi. Ölüm hak olurdu. Hoş, Mirza ölümden asla korkmazdı. Ama töre ölümün de ötesinde bir yerde idi. Bu kez dağ, ova, kuş, ılgınlar, iğde ağacı, yaban söğüdü, sonbaharın envaı çeşit rengi hâsılı her şey ona ters düşerdi. Kavalı çalmaz, reyhanlar kokmaz, ak yeleli tekesi bile onu dinlemezdi…

Mirza, o sonbahar, yayla dönüşü köyüne, Berfo anasına, reyhan kokusuna, sazlı göle inmedi. Kendini dağlara vurdu. Eleşkirt taraflarına yitti, gitti. Ağrı Ovası’nın bitiminde, Eleşkirt’in batısında, Kösedağ denilen bir yanardağ vardır. İlkbaharda art arda yeşile boyanan dağların üzerinden yükselen kar beyaz bir zirvesi vardır. Ancak yaza doğru eteklerindeki karlar erir. Yamaçları boyunca yükselen yabani armut ağaçları vardır. Yörede yaşayan köylerin ve Iğdır tarafından yaylaya gelen obaların çocukları ve tabi ki bütün çobanlar; ahlat denilen bu yabani meyveleri yerler. Yaz boyunca, dağın zirvesine doğru çıkıldıkça peyderpey olgunlaşan bu meyveler çocukların yegâne yemişidir. Mirza buralarda çobanlık yapıyor, Iğdır’dan gelen obalara köyünü soruyor, Berfo anasını soruyor, gizliden Asya’nın durumunu öğrenmeye çalışıyordu. Mirza birkaç yıl kadar olacak bu dağlardan inmedi. Gene bir yayla zamanı Iğdır tarafından gelen bir obanın boşboğaz bir çobanı Asya’nın kocasının öldüğünü söyledi. Başka bir yerde kader ağlarını örmüştü.

Asya’nın kocası erken ilkbaharda Ağrı Dağı’nda yaban keçisi avlarken kayalıklardan düşecek, ölecekti. Asya’nın baba evine geri döndüğünü duyan Mirza’nın gayrı aklına deli deli fikirler gelmeye, içi içini yemeye başladı. Galiba eve dönme zamanı gelmişti.

Asya evlendi evleneli yüzü gülmedi. Kocası meşhur bir kaçakçıydı. Bir gün İran’da, bir gün Turan’daydı. Hekim, mela, muska, ne yaptılarsa çocukları olmadı. Kocası kaçakçılığa gitmediği zamanlarda ise dağlarda yaban keçisi, ceylan avlardı. Asya ne kadar itiraz etse de dinleyen yoktu. Yaz kış demez, doğmuş, yavrusu var dinlemez her defasında omuzunda kanlar içinde bir dağ keçisi ile çıkagelirdi. Bazen keçinin karnında yavrusu bile olurdu. Büyükler ona engel olamadılar. Bu böyle sürüp gitti. Çocukları olmadığından o da eve bağlanamıyordu. “Neden evde durmuyorsun?” diye sorduklarında; “Evde çocuk mu var, başlarını koklayıp, öpeyim..” derdi. 

Mirza için töre hükmünü kaybetmişti. Uzun bir süre yas döneminin bitmesi beklendi. Araya büyükler, aksakallar, şeyhler girdiler. Mirza’nın yaşlı annesi öküz arabası üstünde kızın evinin önüne geldi, adet olduğu üzere, keçelerinin üzerine oturdu. İlkin kovmaya çalıştılar. Berfo Ana yılmadı, çakılmış mıh gibi bilmem kaç gün o keçeden kımıldamadı. Yaşlılar devreye girdi, ağa da babalık etti.

Asya’nın annesi, tekrar bir olay olmasın diye ve ahlarını aldığı sevenleri evlendirmeye karar verdi. Ağabeylerine gidip eşiklerinde köpeklerinin hizasında durdu, yalvardı, yakardı. Bir müddet kapılarında ağladı, aman diledi. Damadın ölümünden kendini ve oğullarını mesul saydı. Müsaade ederlerse dul kızını Mirza’ya vermek istediğini anlattı. Acılı aile destur verdi. Böylece gecikmiş de olsa Mirza ile Asya muratlarına ermiş oldu.

Bu yazıyı paylaş:

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Bu yazarın toplam 16 eseri bulunmaktadır.