DergiZan

Yazı ve Sanat Ülkesi

Geyikli Halı / Mustafa Alagöz


Esmer, gençliğinin daha ilk yıllarında töreye uyularak erkenden evlendirilmişti. Oysa emsalleri daha yeni liseyi bitirmiş, üniversiteye başlamışlardı. Yaşça kendisinden büyük olan kocası kamyon şoförüydü. Bazen İran’a, Turan’a bazen de Kazakistan’a gidiyordu. Her gidişinde ancak bir ay sonra dönüyordu. Geriye kalan zamanlarında da Nahcivan’a mazot almaya gidiyordu.

Esmer’in kocası içki ve kumar alemlerine dadanmıştı. Uzun zamandır eve uğramıyordu. Bu hali ile çeşitli söylentilere neden oluyordu. Kulaktan kulağa Nahcivan’da ikinci bir evlilik yaptığı söyleniyordu. Mahalleli kadınlar bunu konuşmaktan çok hoşlanıyor, adeta zevk alıyorlardı. Görünüşte Esmer’den yanaymış gibi onun yanında dizlerini dövüyor, ahlanıp vahlanıyorlardı.

-Ah kadın kızım.

-Ah kadersiz kuzum.

-Kocanın boynu altında kalsın.

-Kamyonu ile Aras Suyu’na devrilsin.

-Kara haberi tez gelsin.

-Kocan seni hakketmiyor bahtsız kızım…

Der dururlardı. Bu minval üzere konuşan kadınlar arkasından hemen ağız değiştirip bu kez de kabahati kendisinde buluyorlardı.

Sokakta, minibüs duraklarında, çarşı pazarda, akşamüzeri evlerinin bahçe kapılarında, bir araya gelen kadınların en büyük meselesi Esmer’nin evliliği olmuştu.

-Yad ellere saldı genç kocasını.

-Gül gibi erini tutamıyor, dışarıya salıyor.

-Soyhanın beli soğuk ne yapsın.

-Şöyle işveli nazlı olacaksın ki kocan senden başkasına bakmasın.

-Bakımlı alımlı olacaksın ki kocanı elinde tutasın.

-Misal benimki asla harama bakmaz. Deyip hilafında onu kötüleyenler, yüzüne karşı farklı konuşuyordu. İki çocuk annesi genç Esmer dedikoduları dinledikçe üzüntüsü iyice büyüyordu.

Nazarali, mahallenin bakkalıydı. Yıllardır bu mahallede dükkan işletiyordu. Mahalledeki bütün çocukların büyümesine tanıklık etmişti. Ne var ki son zamanlarda marketler moda olmuş, her köşe başında büyük marketlerin şubeleri açılmıştı. Bu durum bakkalın belini iyice bükmüştü. En yakın komşuları bile marketlerde peşin parayla alış veriş yapıyordu. Paraları olmadığında ise çocuğu hemen bakkala gönderip deftere borç yazdırıyorlardı. Bakkalın müşterisi iyice azalmıştı. Mevcut müşterileri de borcunu zamanında ödemiyordu. Nazarali’nin yaşı ilerledikçe dirliği iyice bozulmuştu. Çocukların oyuncağı olmuştu. Çocuklar aldıklar eşyaları bir türlü beğenmiyor, geri getiriyorlardı. Dükkanındaki eşya çeşidi iyice azalmıştı. Dükkanına her gün bir sürü çocuk girip çıkıyordu. Fakat beş para kazanamıyordu. Akşama kadar çocukların istediği ufak tefek şeyleri zor bela raflardan indirir, verirdi. Mahalleli de aldığı eşyaları deftere yazdırır, unutur giderdi. Nazarali ise onların peşinden borç defterini açıp fazladan birşeyler eklerdi.

Mahallenin artık genç bir dulu vardı.  Cadı Esmer. Berduş kocası Nahcivan’a geçip orada yeniden evlenmişti. Zamanla izini kaybetirip genç karısını iki çocukla geride bırakmıştı.

Görünüşte mahalle halkı onu kollayıp koruyordu. Oysa mahallede genç yaşlı bütün erkekler Esmer’e yangındı. Sokakta onu tek başına gördüklerinde güya kocasına lanet okuyorlar gibi yapıp üstü kapalı kendisine laf atıyorlardı.

-Lanet olsun senin gibi kocaya!

-Bu güzel kadın sahipsiz bırakılır mı?

-Ne yer, ne içer yavrucak?

-Sahiplenen var mı?

-İti var, köpeği var, deyip peşinden seyirtiyorlardı.

Esmer her gün çarşıda, pazarda bu tür lafları çok duyardı. Fakat artık alışmıştı, dönüp bakmazdı bile. Mahallede genç dul, erkeklerin rüyalarını süslemeye devam ediyordu.  Dolayısıyla mahalleli kadınlar da ona düşmandı.

Esmer, Nazarali emminin küçük kızı yaşındaydı. Beraber okula gitmişlerdi. Fakat Nazarali’nin gönlü halen gençti. Onu her gördüğünde feri sönmüş gözleri parıldardı. Ne varki yaşlı adam, dul kadınla ilgili düşüncelerinden hep utanırdı. Nazarali’nin eşi çoktan bu dünyadan göçüp gitmişti. Nazarali artık yapayalnızdı. O büyük bahçenin dibinde kurumuş bir ağacın kütüğü kadar yalnız, tandırlığın damındaki paslı teneke baca kadar kimsesizdi. Nazarali’nin gün boyunca yaptığı tek şey dükkanı açmak, çocukların istediği şeyleri onlara beğendirmek ve mahallenin borç defterini tutmaktı. Asırlık karaağaçların gölgesindeki sedirde oturan ihtiyarlar da olmasa dünyadan haberi olmazdı. Nazarali dükkanın arka kapısından bahçedeki evine gider gelirdi. Evde onu bekleyen kimsesi olmadığından öğle yemeklerini bakkalda yerdi.

Akşam bütün mahalleli evlerine çekilirken Nazarali’nin yalnızlığı da dev gibi büyür, yayılır köşe bucak bütün evi kaplardı. Kocaman evinde tek hayat belirtisi ağaç kurtlarının ahşap kalas ve mertekleri kemirirken çıkardığı tekinsiz tıkırtılardı. Onun rutubetli evinde, oturma odasının duvarında geyikli bir Tebriz halısı vardır. Yıllardır bu duvarı örten geyikli halının üstünde ne zamandan beridir durduğu bilinmeyen ahşap bir saat asılıdır. Saatin camekanında ailenin en mutlu zamanlarından kalma bir fotoğraf durur. Sararmış kıvrılmış köşelerinde sinek lekeleri olan fotoğrafta Anne baba ve çocuklardan oluşan aile fertleri durmadan gülümsemektedir. Geyikli halıda çam ağaçları kar altındadır. Yerlerde mutlu geyik  izleri dolaşmaktadır. Çatal boynuzlu görkemli erkek geyik bir tümsekte durmuş, havayı kokluyor, büyüyen burun deliklerinden fışkıran sıcak nefesi havada duman olup halka halka yükseliyor. Yavru geyikler derede güvenle su içiyor. Dizine kadar kara batan anne geyik berrak suda nazlı bölgesini seyrediyor. Kış geceleei uzadıkça uzuyordu. Nazarali hayatın acımasızlığına karşı kendine hayallerden oluşan bir kabuk örmüş, bu kabuğun içinde uyuşmuş belli belirsiz yaşıyordu. Loş odada sobanın alevleri geyikli halıyı aydınlatınca geyikler canlanıp karda dolaşmaya başlıyorlardı. Nazarali, kederli gözleri geyikli halıda, hayallere dalıp gidiyordu. 

Dükkanın bodrumu karanlıktı. Nazarali hayalinde dul kadını bir bahaneyle hep bodruma çağırıyordu. Elektirik düğmesinin yerini bir tek Nazarali emmi biliyordu. Dul kadın her gelişinde emminin heyecandan üfürümlü yüreği yarılacak gibi çarpıyordu.  Dul kadın bir şey isteyince, Nazarali; ‘Sana zahmet bodruma in bak, ben de yavaş yavaş geliyorum diyordu. 

Esmer aşağı inince Nazarali emmi elini uzatıp ışığın düğmesini kapatırdı. Uyanık kadın hemen saklanırdı. Nazarali karanlıkta kadını bir türlü bulamazdı. Emmi el yordamı ile arayıp duruyor, eşyaları birbirine katıp deviriyor yine de bulamıyordu. Tam yakalayacakken de yaşlı adamın hayalinde kadın, onun şefkatini uyandıracak bir hayvan yavrusuna dönüşüyordu. Oysa Esmer dükkana ulaşmadan, daha sokakta, eşikten girerken, bakkalın tezgahına yanaşırken, badem gözlerini süzerken, bodruma yönelirken çoktan ürkek bir ceylan postuna girmişti bile.

Yaşlı adam Esmer’i görünce aklı başından gidiyor, onda ölmüş eşinin gençlik yıllarını görüyordu. Yaşlı adam bir taraftan eşini hatırladığı için hüzünleniyor bir taraftan da eşinin en güzel zamanlarında olduğu gibi Esmer’i arzuluyordu. O kadar ki bu ruh hali bir saplantıya dönüşüyor, yorgun kalbini adeta yırtıyordu.

Dul kadın yine yaşlı adamın hayaline girmiş, bu kez de ehil bir güvercin donunda görünmüştü. Dükkana giren çocuklar, bakkala sesleniyorlardı. Çocukların sesi ile Kendine gelen Nazarali bir taraftan çocukların eşyalarını aşıracağından endişeleniyor bir taraftan da bu guvercinin bodruma nasıl girip rafa konduğunu anlamaya çalışıyordu. Hızlı hızlı merdivenleri çıkarken bir taraftan da bağırıp çağırarak çocukları azarlıyordu.

Böylece her defasında dükkana bir müşteri girip seslenince yaşlı adam, kasketi düşmüş, saçı başı karışmış bir halde bodrumdan çıkıp geliyordu.

Esmer, her şeyin farkındaydı. Genç yaşında feleğin çemberinden geçmişti. Mahallenin erkeklerini parmağında oynatıyordu. Hayatta kalmak için her numarayı biliyordu. En çok da dedikoducu kadınlara garezi vardı. Boşuna Cadı Esmer dememişlerdi. Her defasında bakkaldan gönlünce eşyalarını alıp gidiyordu.  Nazarali emmi hep bir umutla bekler, onun borcunu diğer mahalleliye taksim eder, gizlice borçlarına eklerdi. Nazarali’nin haline mahallenin veletleri güler, onunla dalga geçerlerdi.

Nazarali, karanlık bodrumda yine el yordamı ile Esmer’i ararken incelmiş derisinden damarları fırlayacak gibi duran eli ile duvarda gezinip elektrik düğmesini yaktı. Bu kez de paçasına sürünerek onun şefkatini uyandırmaya çalışan siyah bir kedi yavrusu gördü. Kedi onun adımlarının önüne geçiyor, kuyruğunu paçasına doluyordu. Daha önce hiç görmediği bu kedi de nerden çıkmıştı.  Kedi onu önceden tanıyormuş gibi yakınlaşıyor, durmadan mırıldanıyordu. Bu kedi onu bir an gençliğine götürdü. Bahçede eşi ve çocukları ile mutlu ve huzurlu yaşarken kedileri vardı, tıpkı bu kedi yavrusu gibi ona yaklaşıp mirildaniyorlardi. Nezarali onlara yemeklerini verirken yavrular koşup onun ayaklarına dolanırlardı. Yavrulara basmamak için yürümekte zorlanıyordu. Nazarali’nin paçasına sürünen kediler  yemeğin konulacağı kayısı kütüğüne doğru birbiri ile yarışarak koşarlardı. Yemekten sonra karınları doyunca bahçede Nazarali ile beraber yürürlerdi. Sahiplerinin paçalarına sürünen kediler ona ne kadar çok güvendiklerini göstemeye çalışırlardı. Nazarali sigarasını bitirinceye kadar kedi yavrularının birbirleriyle oyun oynamasını izlerdi. Nazarali karanlık bodrumda bu yavru kediyi gördüğünde yine yorgun aklı onunla oyun oynuyordu. Evde eşi ve çocukları eski zamamlardaki gibi onu sofraya bekliyordu, burnuna eşinin sürekli yaptığı bozbaş aşının kokusu gelmeye başlamıştı. Dolaptan iki ekmek alıp eve geçmeliydi. Her defasında kendine geldiğinde mahallenin veletleri;

-Emmi bana bir balon versene

-Bana bir silgi versene

– Annem bir margarin ile iki ekmek istedi.

-Annem deftere yaz dedi…. Der dururlardı. Nazarali, kafası bozulunca çocukları kovalar, kapıyı çekip sandalyesine çökerdi. Aklı onu alıp eski dirlik günlerine götürürdü.

Nazarali’nin babasından ona kalan, babasına da dedesinden kalan bir kayısı bahçesi vardı. Bahçe içinde iki katlı kerpiç evleri vardı. Bahçede her çeşit meyve ağacı vardı. Mart ayı ortalarında ilk kayısı ağaçları çiçek açar, peşinden elma ve erik çiçek açardı. Böylece her ağaç nazlı birer geline dönerdi. Kayısı ağaçlarının kokusu kerpiç hisarları aşar bütün mahalleyi kaplardı.  Her meyve ağacının çiçek açma zamanı farklı olduğundan baharda aylarca bahçe çiçek kokardı. Her meyvenin olgunlaşma zamanı da farklıydı, ilkin dutlar olurdu. Siyah dutlar çocukların ellerini yüzlerini boyardı. Yaz boyunca bahçede meyve eksik olmazdı. Sonbahar armudu ve ceviz, meyve katarının son yıldızlarıydı. Nazarali’nin kızları kışın bile ellerinde uzun sırıklarla ağaçlarda unutulmuş tek tük  elmaları düşürüp toplardı. Sonbaharda her ağaç ayrı ayrı yaprak dökerdi. Kayısı ağaçları gazel dökerken geniş dut yaprakları balerin gibi dans ederek nazlı nazlı süzülür inerdi. Görülmeyen bir el fırçası ile bahçeyi renga renk boyardi. Sonbahar boyunca rüzgarda sağa sola sürüklenen yapraklar eşikten bacadan eve dolardı. Öyleki kar yağdığında ağaçların hepsi çırılçıplak kalıp üşürlerdi. Nazarali üzüm ağaçlarını ve körpe nar fidanlarını çocuklarının küçülen elbiseleri ile sarıp satmaları.  Nazarali, bir gün ailesinin de tıpkı bu bahçe gibi hazana uğrayıp yaprak dökeceğini, kendisinin de bir başına kalıp çıplak ağaçlar gibi üşüyeğini hiç düşünmemişti. 

Nazarali için bu bahçe irem bağlarının ta kendisiydi. Rahmetli eşi zamanında bu bahçede çocukların şen şakrak gülüşme sesleri kuş seslerine karışır duvarları aşardı.  O zamanlar bahçe adeta cennetten bir köşeydi. Peş peşe üç kızları doğmuş, selalarla aminlerle isimleri kulaklarına okunmustu. Kızlar yıllarca bu bahçede birer fidan gibi serpilip büyümüş sonra da telli duvaklı gelin olup kocaya gitmişlerdi. O zamanlar Nazarali çok mutluydu. Kızlarını erken yaşlarda evlendirmiş, toylarında halay çekip bol bol oynamıştı.  Üçünün de  mürüvetlerini görmüştü. Nazarali’nin ailesi her geçen gün biraz daha büyüyordu. Yaz tatilinde bu bahçede torunlarıyla beraber koca bir aile oluyorlardı. O zamanlar Almanya’ya işçi gitmek modaydı. Derken kızların üçü de eşleri ile beraber gurbete göçüp gittiler. Kızlar buradayken gelip gidiyorlardı. Annelerinin ölümünden sonra babalarına uzun zaman onlar baktılar. Almanya’ya göç ettikleri ilk yıllar arada bir yaz tatilinde geliyorlardı. Zamanla artık gelmez oldular. Torunları artık Almanca konuşuyorlardı. Nazarali, kızları ile telefonda konuşurken torunlarının sesini duymak isterdi, fakat torunları telefona bir türlü çıkmıyordu. Anneleri ısrar edince de gavurca birşeyler söyleyip dedelerinin yüzüne telefonu kapatıyorlardı. Küçük kız diğer bacılarına kıyasla biraz daha babasına düşkündü. Babasıyla bir tek o irtibatı kesmedi. Son gelişlerinde babasına Almanya’dan kaliteli bir çift işçi ayakkabısı getirmişti. Burnu demirli, hakiki deri. Kaç yıldır giyinmekten ayakkabı iyice eskidi. Artık bahçede dönüşü olmayan bir hazan mevsimi yaşanıyordu. Mevsimi gelince kayısılar dökülüp yerde çürür oldu. Gül ağaçları uzun yıllar budanmadığından yabani ağaç halini aldı.  Asmalar üzüm vermez oldu. Bahçenin ahşap derazesi eskidi, menteşe ve zerzeleri paslandı. Kapı ve pencerelerin ahşap palavralarındaki kurt yeniği deliklerden sürekli sarı un dökülüyordu. Nem çeken bahçe duvarları bel vermiş, Nazarali’nin eşi öldükten sonra bahçenin beti bereketi kalmamıştı.

Esmer’in de çocukluğu bu mahallede geçtiği için Nazarali emminin geçmişini iyi hatirliyordu. Onunla nasıl oynayacağını iyi biliyordu. Her defasında ona eşini ve çocuklarını hatırlatacak numaralar yapıyordu. Ölmüş eşinin gençliğini hatırlatıyor, aklını başından alıyordu. Ayrıca küçük kızı ile beraber okudukları için de kızlarını hatırlatıp onun sevkatini uyandırıyordu. Yaşlı adam karışık duygular içinde debelenip duruyordu.

Mahallenin namus bekçisi kesilen erkekler, genç kadının arkasından bakar iç geçirirlerdi. Hemen hepsi hayalinde dul kadınla düşüp kalkardı. Bazen biri bu rüyasını hovarda arkadaşlarına gerçekmiş gibi anlatırdı. Fısıltı mahallede yayılır giderdi.  O yüzden kadınlar, kocalarını yoldan çıkaracak diye genç dulu hiç sevmiyorlardı. Yatıp kalkıp arkasından lanet okuyorlardı. Tatlı dilli işveli olduğundan ona cadı Esmer derlerdi. Dedikodunun en çok döndüğü yer mahalle bakkalının önündeki tahta sedirlerdi. Kocamış nalbant karaağaçlarının gölgesinde toplanan işsiz takımı ve ihtiyarlar dönüp dolaşıp lafı Esmer’in yaptıklarına getiriyorlardı.

-Mahallenin namusunu üç paralık etti.

-Geceleri gizlice evine erkek alıyor.

-Namusunu parayla satıyor.

-Kadınlarımıza kötü örnek oluyor.

-Başımıza taş yağacak diyorlardı.

Nazarali, bütün bu konuşulanları uzaktan dinliyordu. Dul kalmanın ne demek olduğunu en iyi o biliyordu. Eşi öleli kaç yıl oldu hatırlamıyordu bile. O gün bu gündür eli kadın eline değmemişti. Dul kaldığı ilk zamanlar daha gücü kuvveti yerindeyken yeniden evlenmek istemişti fakat kızları buna engel olmuşlardı. Annelerinin evinde yabancı bir kadın istememislerdi.

Nazarali, dul kadın ile ilgili dedikodular ayuka çıkmışken o da serkeş gönlüne söz dinletemiyordu. Sokaktan her geçişinde Esmer’in peşinden bakıyor, ceylan gibi ürkek yürüyüşüne baktıkça da hayalleri yeniden yeşeriyordu. Hemen sonra da düşüncelerinden utanıyordu. Bakkalın önüne koyduğu kütükte abdest alırken sürekli şeytana lanet getiriyordu.

Nazarali bir gün yine hayalinin peşinden kurumuş yaprak gibi sürüklenerek dükkanın bodrumuna indi. Titreyen eli isli kirli beyaz badanalı duvarda gezindi gezindi sonunda elektrik düğmesini bulup söndürdü. El yordamı ile sanki birini arıyordu. Kendi kendine mırıldanır gibi konuşuyordu. Karanlıkta eşyaların dizili olduğu tereklere çarpıp kutuları devirdi. Rastgele konulmuş boş kolilerin üzerine basıp düştü.  Öteberinin içinde debelenip duruyordu. Örümcek ağlarına bulanmış kasketi başından kayıp gitti. Kır saçları dağıldı. Birden eşinin pişirdiği bozbaş aşının nefis kokusunu aldı. Uzun zamandır sıcak yemek görmeyen kuru boğazı sulandı. Peşpeşe yutkundu yutkundu. Küçük kızının ilkokul yaşlarındaki o tatlı sesini duymaya başladı. Evden öğle yemeğine çağırıyorlardı. Kafası iyice karıştı. Oysa Esmer’i arıyordu. Daha demin bodruma indiğini görmüştü. Bu kedi yavrusu da nerden çıkmıştı. Nazarali, ağız üstü düştüğü yerde yüzünde bir sıcaklık hissetti. Koltuğunun altında bir yanma başladı. Sol kolunu bulamıyordu. İki omzunun arasına bir kama saplanmış gibi bağırmaya başladı. Sesini kimse duymuyordu. Sadece o gün öğle vakti dükkanın içten sürgülü kapısının camına yüzünü dayayıp içeri bakan çocuklar bodrumdan çıkan siyah bir kedi yavrusunun aralık duran arka kapıdan bahçeye geçip gittiğini gördüler.

Nazarali’nin boğazındaki ateş göğsüne yayıldı. Karanlıkta nafile sol elini arayan diğer eli ile yakasına yapıştı. Gömleğinin yakasını son bir nefes alabilmek için çekip yırttı. Bağırdı yine bağırdı. Oysa sesi çıkmıyordu. Sırtına kama gibi saplanan ağrı kalbini yarıyordu. Hırıltılarla beraber ağzına ekşi bir su yayılıyordu. Arkaya doğru iyice açılmış gözleri artık karanlığa alışmış gibi uzaklara bakıyordu. Çarpılmış yüzünde belli belirsiz bir gülümseme izi geçiyordu. Küçük kızı arka kapıdan dükkana ona sesleniyordu. Genç karısı geyikli halının duvarını süslediği odada sofra kuruyordu. Büyük kızlar bahçede gülüşüp birbirlerini kovalıyor, ellerindeki ibrikle birbirlerini ıslatıyorlardı. Yorgun kalbi artık oyunu bitirirken Nazarali son bir kere olsun ailesinin mutlu fotoğrafını bodrumun tavanında sinema perdesi gibi izliyordu.

Bu yazıyı paylaş:

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Bu yazarın toplam 16 eseri bulunmaktadır.