Sâfi’nin Kalp Dağına Yolculuğu / Ziya Doğan
Zühd ve takva için kalp dağına çekilmek, Hira Mağarası’na sığınmak ve o temiz yayla havasını solmak gerek… Çünkü ışık ilk dağlara düşer. Rüzgâr ilk orada eser. Fırtına ilk orada kopar. İlk kar orada görünür beyaz kanatlı melekler gibi…
Bunları ve daha niceleri düşündü Sâfi. Kalbinin dağ yoluna ilhamla yürümeye karar verdi. Zira adımları onu yavaş yavaş çekiyordu hakikatlerin doruğuna doğru. Bismillah, deyip yola koyuldu.
Her bir kalp dağı bir ayrı duruyor ufukta. Bir ayrı selam veriyor gökte uçan turnalara ve geçip giden bulutlara.
Kalp dağlarında inziva, bütün nefis vadisinin ve ego şehrinin pisliklerinden arındırır sahibini. O zirvelerden gerçeği daha berrak görmek ve göze hiçbir fani hayal takılmadan enginlikleri seyretmek kaçınılmazdır.
Dağlar dorukta iki büklüm olabilmenin müşahhas misalidir. Dağlar zirvelere çıkıp tekrar secdeye kapanmanın lahuti örneğidir.
Sâfi yavaş yavaş yürüyüp gitti kalbinin dağ yolundan. Yolun iki kenarında ağaçlar dizi dizi sıralanmış. Sanki ona selam veriyorlardı. Ağaç dallarında bülbüller ötüşüyordu. Sema bu senfoniyi sanki tatlı bir tebessümle dinliyor gibiydi.
Kalp dağında ilk günündeydi Sâfi. Daima zikir ile meşguldü dudakları. Ya Rahman ya Deyyan, ya Sultan söylüyordu bütün noktaları ruhunun. Kalp dağında böylesine bir zikir, gıdaların en tatlısı idi. Hiçbir tat, bu zikrin yerini asla tutamazdı, tutmuyordu da.
Sâfi’yi kalp dağında ilk gece bir kurt ulaması rahatsız etti. Kalp dağının gönül mağarasına kadar yanaşmıştı kurt. Kor gibi gözleriyle Sâfi’yi gözleyen bir canavarın korku veren bir sesle uluyordu. Hâlbuki kurdun ona ulaşması imkânsızdı. Ama bu ses, vesvese veriyordu ve yalnızlığı hissettiriyordu Sâfi’ye. Kalp dağından kaçmak ve ego şehrine ulaşmak için bir ürperti sanki. Kimsesizliğini, acizliğini ve faniliğini hatırlıyordu. Fakat bu kurt ulaması bir yandan da Sâfi’nin zikre ağırlık vermesine de yardımcı oluyordu. Durmadı, duraksamadı ve kalp dağını lerzeye getiren zikrine ve dualarına devam etti.
Günün ilk ışıklarıyla bir nebze olsun rahatladı.
İkinci gün öğle vaktinde gönül mağarasında bir akrep soktu Sâfi’yi. Günlerce akrebin zehrinden kurtulmak için kendi kendini tedavi etmeye çalıştı. Denemediği şifalı ot kalmamıştı. Fakat bir gün ‘Ya Şafi’ sözüyle dirliğe kavuştu ve yarası tedavi oldu.
Sâfi’yi bir başka gün zehirli bir yılan soktu. Yılanın zehri damarlarına sirayet etti. Kanına karıştı. Kalbine ölüm katılığı meydana getirdi. Günlerce uğraştı. Karabasan gibi çökmüştü bu zehir ruhuna… Nefsine uymuştu o gün. Zikri terk etmişti. ‘Biraz dünyadan zevk alayım’ deyip geçici dünya zevklerine yenik düşmüştü. Fakat günah yılanı aman vermemiş ve bir boşluk bulup sokmuş Sâfi’yi ta yüreğinden…
Bir başka gün benlik çıyanı ısırdı ruhunu Sâfi’nin… Zira kendini bir şey zannetmişti o gün. Acze karşı isyan kıvılcımları çaktı yüreğinde. Başkaldırdı zayıflığa karşı. Bu çıyanın zehrini de ‘Allahu Ekber’ zikriyle tedavi edebildi. Söylediği sözler ve ettiği zikirler sık sık hastalıklarına şifa, dertlerine deva oluyordu.
Bütün bu olup bitenlerden yüreği kanamıştı. Vicdanı henüz paslanmadığından tövbe kapısını çaldı durdu günlerce… Muştu geldi, affedilmişti ve yanmaktan kurtulmuştu.
Kalp dağında Sâfi’nin inzivaya çekilmesi oldukça zordu ama zevkliydi. Uzun müddet kara kışa, doluya ve tipiye dayanan fidanların en son yemişe durması gibi bir zevkti bu. Birden uzatmıyordu ve hemen vermiyordu sahibine bu çile yemişini. Bedelini ödemeliydi. Semerelerini bütün ıztıraplar çekildikten sonra veriyordu.
Sâfi’nin her günü ayrı bir çileyle, her anı ayrı bir ızdırapla geçiyordu. O yılmadan usanmadan nice vahşilerin tasallutuna karşı sabırla dayandı, tahammül etti. Yeri geldi şükür etti. Yeri geldi tövbe kapısının tokmağına dokundu. Her yarasına bir ismin şifa ilacıyla ve derman merhemiyle mukabele ediyordu.
Kalp dağında onu dilgir eden vesvese kurdu, şüphe akrebi, günah yılanı ve ene çıyanıydı. Bunun gibi daha nice yamyam meşrep canavarlara savaş vere vere hakikate doğru ilerliyordu Sâfi.
Gün geçtikçe ego şehrinden ve nefis vadisinden uzaklaştı Sâfi. Kalp dağında yaşamak ve orada zikrin engin ve sonsuz penceresiyle kâinatı seyretmek o kadar tatlı ve ne efsunkar idi ki anlatılamaz, sadece yaşanır türdendi ve Sâfi onu yaşıyordu.
Her canlı gibi Sâfi de son nefesini verdi bu dâr-ı fenâda. Ama ölüm onu Hakk’a kavuşturan bir burak oldu. Çilesi çekilmiş bir ömrün sadece lezzetleri kalmış; elemleri de bir sis ve duman gibi uçup gitmişti.
Sâfi hayata veda ederken geride kalanlara şu sözünü miras bıraktı: Ölüm kapınızın tokmağına dokunmadan kalp dağınızın yolculuğuna çıkın!