DergiZan

Yazı ve Sanat Ülkesi

“Şehadet Ederim ki…”  / Ziya Doğan

Andrey… Matematik yüksek mühendisi. Ülkesinin en saygın şirketilerin birinde üst düzey yönetici. Bugüne değin eğitim, tatil ve iş seyahatleri için onlarca ülkeyi gezdi. İş birliği görüşmeleri yapmak için bu sefer Konya’daydı. Ne olduysa Konya’da geçirdiği o ilk gecenin sabahında oldu.

Türk şirketinin yetkilileri yılbaşı öncesi Andrey’in yöneticisi olduğu şirketi ziyarete gitmişti. Havaalanında misafirlerini karşılayan Andrey misafirlerine, “Şimdi akşam yemeğine gidiyoruz. Yarın da otelden sizi ben alacağım. Şirkete uğrayıp önce çalışma arkadaşlarımla, sonra da şehrimizle tanıştıracağım.” dedi. Gerçekten de dediği gibi yaptı.

Çok memnun kalan Türk yetkililer, yılbaşından sonra Andrey’i ve genel müdürünü Türkiye’ye davet ettiler.

Aldıkları nazik davetiyeyi düşünmeden ‘Evet’ demişlerdi, Andrey ve genel müdür yardımcısı Aleksandr. Birkaç gün içinde hazırlıklarını tamamladılar.

Türkiye’ye gidiş biletlerini ve kalacakları otelin adres bilgilerinin fotoğrafını çekip Said’e gönderdi. Said, Türk şirketinin Rusya bölge müdürüydü. Andrey, gönderdiği fotoğrafın altına “Said, tarihi yerlere karşı hayranlığımızı biliyorsun. Konya’yı gezmek ve tanımak istediğimizi söylemeye gerek yok, sanırım. Pazar gününü lütfen bize ayırır mısın?” notu yazmayı da ihmal etmedi.

Said, Andrey’in gönderdiği elektronik postaya cevap olarak, “Andrey, siz, bizim misafirimizsiniz. Lütfen yer ayırttığınız oteli iptal ediniz. Sizin için otel ayarlandı.”

Gerçekten de her ikisi de tarihe ve tarihi yerlere çok meraklıydı. Said ve genel müdürü Mustafa Bey kısa süre önce kendilerine misafir gittiklerinde; “Güzel şehrimizi size tanıtmak istiyoruz” deyip gün boyu Saint Petersburg’u gezdirmişlerdi. Tarih kokan şehri, bir turist rehberi edasında misafirlerine anlatmışlardı.

Şimdi misafir geldikleri Konya’yı tanımak istiyordu iki arkadaş ve anlatma sırası Said’deydi.

Said, misafirleri gelmeden çalışma arkadaşlarıyla istişare yaptı. Misafirlerini nereye götüreceğine dair bir gezi listesini hazırladı. Gezecekleri yerler hakkında internetten de yardım aldı. Önemli gördüğü küçük notları ajandasına yazdı.

Cumartesiyi pazara bağlayan gece misafirlerini havaalanında karşıladı. Kucaklaştılar. Öylesine bir karşılaşma ve kucaklaşmaydı ki orada yolcularını bekleyenler onlara hayran hayran baktılar. Hatta yaşlı bir teyze dayanamayıp sordu, “Oğlum, kim bunlar?”dedi.  Said, “Can dostlarım” deyince teyze şaşkın yüz ifadesiyle yanındakilere “Can dostlarım, diyor ama baksana gâvurca konuşuyorlar!” dedi.

Ayaküstü karşılıklı hal hatır sordular. Gülüştüler. Gözler ışıl ışıldı adeta. Andrey, “Gecenin bu saatinde kalkıp gelmene gerek yoktu. Bir taksiye biner giderdik” deyince, Said kararlı bir şekilde ısrar etti, “Olmaz, size gelince hiç de öyle yapıyorsunuz.” Gülüşmeler daha da arttı. Sonra dışarıda bekleyen taksi ile misafirleriyle konaklanacakları otele doğru yola koyuldular.

Otele giriş işlemlerini yaptılar. Beraberce odalara çıktılar. Otel şehrin en iyi otellerden birisiydi. Said’in samimi ilgisine otel personelin sıcaklığı da eklenince misafirler daha da mutlu oldular. Bavullarını yerleştirdikten sonra Said’i uğurlamak için otel lobisine indiler. Görünen o ki üçü de birbirinden ayrılmak istemiyordu.

Sabah saat onda buluşma temennisiyle ayrıldılar.

Said eve ulaştığında saat dörde yaklaşmıştı. Montunu çıkartıp astı. Üstünü değiştirmeden yorgun bedenini yatağa bıraktı. Uykuya dalmış mıydı yoksa henüz mü uyumuştu belli değildi. Telefonun alarm sesiyle çok zor da olsa sabah namazına kalktı.

Henüz namazı eda etmişti ki telefonun sesi duyuldu. Arayan Adrey idi. “Acaba istenmeyen bir durum mu oldu? Acil değilse neden şimdi arasın? Ayrılalı daha birkaç dakika oldu. Şu an uyuyor olmamalılar.” gibi aklına bin bir olumsuz şey geldi. Düşünmek bile istemedi, Said.

Telaş ve korkuyla telefona uzandı. İyi bir haber almak istercesine nefes alış verişini düzenledikten sonra; “Günaydın Andrey, umarım üzücü bir şey yoktur.” diyebildi.

“Aslında yok” dedi Andrey ve devam etti, “Nasıl anlatsam bilmiyorum. Biraz önce sokaktan bir ses duydum. İlk kez duyduğum çok acayip bir ses. Şuan iyi miyim, yoksa kötü müyüm doğrusu… “ devamı getiremedi. Sesi oldukça kısıktı. Genelde çok seri konuşan biriydi, oysa şimdi alabildiğine aralıklı konuşuyordu.

“On beş dakika sonra yanındayım” deyip kapattı telefonu Said. Üstü kısmen giyinikti. Montunu ve şapkasını alıp hızlıca evinden çıktı.

Dediği gibi yaklaşık on beş dakika sonra oteldeydi. Resepsiyondaki görevli gençle selamlaştı. Dün gece gelen misafirlerinden birinin rahatsızlandığını ve odasına çıkmak istediğini söyledi. Açılan asansörün kapısında girdi ve on üçün düğmeye bastı.

Andrey’in kaldığı odasının kapısındaydı. Titreyen ve üşüyen elleriyle cebinden telefonu çıkardı. “Kapıdayım, müsaitsen açar mısın” mesajı yazıp gönderdi. Birkaç dakika geçmeden kapı açıldı.

Elleri koynundaydı Andrey’in üstelik gözleri de kanlanmıştı. O etrafa tebessümler saçan yüzden eser kalmamıştı. Tuhaf bir görüntüye bürünmüştü. Bedeninden bir şeyler eksilmişti. Üstündeki elbiseleri ona bol geliyordu.

Said hızlıca odaya göz attı. Pek anormal sayılacak bir şey yoktu. Dışarısı çok soğuktu fakat pencere açıktı. Masanın başında olması gereken koltuk, pencerenin önündeydi. Koca şehir Andrey’in ayakları altındaydı.

Misafirini bu halde gören Said, düşmemek için önce masaya tutundu sonra pencerenin pervazından… Pencereyi kapattı. Koltuğa oturdu.

“Ne olur anlat bana, ne oldu” dedi ve devam etti, “ Durumun beni çok endişelendirdi.”

“Yoğun ve yorgun bir gün oldu, biliyorsun. Uyuyordum. Bir ses duydum..” dedi Andrey.  “Bir ses…” Sözünü tamamlamadan nisan yağmurlarını andıran gözyaşları ve şimşek misali hıçkırıklar başladı. O iki metreyi bulan boyu, sel gibi tir tir titriyordu. Ranzanın kenarına oturdu. Ne hıçkırıkların ardı arkası kesiliyordu ne de gözyaşlarının..

Andery’i sarsan ve içinden fırtınalar koparan ses, hiç kuşkusuz ezan-ı Muhammediye idi. Sabah ezanıyla uyanmıştı. İlk kez duymuştu. Yıkılmış fakat dirilmişti. Etkilenmişti. Okunan her kelime ilmek ilmek ruhuna işleniyor, ruhu adeta asumana yükseltiyordu. İçinden bir şeyler dökülüyordu. Anlam veremediği bir titreme sarmıştı tüm vücudunu. Vücudunun titremesine mani olamıyordu.

Tüm duyguları bir arada yaşıyordu. Hem seviyor hem de korkuyordu. Gönlünden filizlenen hakikat tomurcuklarına yenik düşmüştü, yorgunluğu bundandı.

Said, “Allah’ın adıyla insanları namaza yani huzura ve kurtuluşa çağıran davettir,” dedi. “Şehrin dört bir tarafından yankılanır. Birazdan karanlıklar yerini aydınlığa bırakacak. Müslümanlar da ruhlarındaki karanlıklara son vermek için bu kutsi davete icabet ederler. Günün ilk daveti olduğu için okunuşu kararlı ve serttir. Tüm Müslüman beldelerinde günde beş defa ve ortak dil olan Arapça okunur. Bir de çocuk doğduğunda kulağına okutulur. Yaratıcı adına davet olduğundan hem icabet hem de hürmet edilir. Okunduğundan Müslümanlar, oturuşunu değiştirirler, yatıyorsa kalkarlar, bacak bacak üstünde oturuyorsa ayaklarını indirirler. Televizyon veya müzik dinliyorsa sesini kısarlar.” şeklinde ezana dair kısa bilgi verdi. Anlatılanları pürdikkat dinleyen Andrey, “Ama çok etkileyici. Bence icabet etmeyi de hürmeti de fazlasıyla hak ediyor” dedi.

“Bu şehirde yaşayan İslam bilgini ve düşünürlerinden biri olan Mevlana, ezanın gönül kulağına manen şöyle dediğini der;” dedi Said ve devam etti; ‘Ben, susuzların kulağına gelen su sesiyim, ben yağmur gibi gökten yağarım.'”

Andrey, heyecanla “Mevlana burada mı yaşıyor? Onunla görüşebilir miyiz?” deyince, “Hayır dedi Said, “Yaşamıyor. 13’üncü yüzyılda yaşadı. Ama müzesini gezebiliriz.”

“O zaman program belli” dedi Andrey, gülümseyen nezaket yüklü yüzüyle..

Gerçekten de çölde susuzluktan ciğeri parçalanan birini andırıyordu, Anderey. Gerek Said’in ezan hakkında anlattıkları gerekse Hz. Mevlana’ya dair kısa bilgiler Andrey’in gözlerinin feri olmuştu. Biraz daha sakinleşmiş. Durmadan dökülen gözyaşı yağmurunun yerini sorular almışlardı.

Saat epey ilerlemişti ama sorular yağmaya devam ediyordu.

Kahvaltı vakti gelip çattı.

“Said” dedi Andrey, “Sen otel lobisine in. Bizi orada bekle. Olan bitenden Aleksandr’ın haberi olmasın, lütfen. Çünkü o, benim neler yaşadığımı bilmiyor. Bilmesin istiyorum. Ben üstümü giyip onunla birlikte lobiye ineceğim. Kahvaltıdan sonra sen bizi Mevlana müzesine götür. Lütfen, ben çekinip sormayabilirim.  Ama sen anlat. Kur’an’ı, namazı, ezanı ve Mevlana’yı. Ya da bu konularda anlatmak istediğin her şeyi anlat”

Said daha önce benzer olaylarla birçok kez karşılamıştı. Yıllar evvel yine Rusya’dan gelen akademisyen arkadaşı Sergey Bey ile yaşamıştı. Topkapı Sarayı’nın Kutsal Emanetler bölümünde Kur’an’ı dinleyen Dr. Sergey Bey, kelimeyi şahadetle mutluluğu, huzuru ve hakikati yakalanışına şahitlik etmişti.

Yoksa bu sefer nasip sırası Andrey’in miydi? Kalpleri ancak Kalplerin Sahibi bilir.

Said lobiye indi. Lobideki görevlilerle selamlaştı. Tanıştı. Lavaboda abdest aldı. Kahvaltının yapılacağı salona geçti. Dua ederek, yardım diledi.

Kahvaltı yapıp sohbetler eşliğinde Mevlana müzesinin yolunu tuttular. Fakat Andrey yarım bardak sütten başka bir şey içmedi, yemedi.

Pazar günü idi. Mevlana müzesini yerli yabancı yüzlerce kişi ziyaret ediyordu. Kalabalıkta sıraya girdiler. Kontrol turnikelerinden geçtiler. Fakat bir şey misafirlerinin dikkatinden kaçmadı; müze ücretsiz idi.

Tasavvuf müziği duyuluyordu hafiften hafife. Andrey duyar duymaz, olduğu yere yığılıverdi. “Durun, bitinceye kadar dinleyelim” dedi. Başını iki elini arasına aldı. Kapattı gözlerini. Öylece kalakaldı.

Said olan bitenden haberdardı. Andrey’i biraz yalnız bırakarak Aleksandr’a bir şeyler anlatmaya devam etti. Ama gözleri hem Andrey’deydi.

Nasiplerinde sıcak hava vardı bugün.

Said müze bahçesinde misafirlerin ortasına oturdu.

“Bakın” dedi, “Mevlana’yı iyi anlamak için önce onun yedi öğüdünden haberdar olmak lazımdır. Arzu ederseniz size o öğütlerden söz edeyim.”

İkisi de birden “Memnuniyetle dinlemeye hazırız. Hem de akşama kadar vaktimiz var.” dedi.

Said, sırt çantasının yan cebinden su şişesinden bir yudum aldıktan sonra;

“Kâinatta her şey zıddıyla bilinir. Cimrinin zıttı cömertliktir. Mevlana, yedi öğünün birincisinde der ki, “Cömertlik ve yardım etmede akarsu gibi ol.” Yani sorma, kim olduğunu! Hangi dine, hangi millete mensup olduğunu. Su gibi ak insanların gönüllerine ve yardıma muhtaç hayatlara hayat ver. Sen ihtiyaç sahiplerini el uzattıkça toplumda huzur, mutluluk ve hoşgörü yayılacak. Suç oranı düşecektir. Cömertler, yardımsever olurlar. Eğer dünyadaki tüm toplumlar Mevlana’nın şu feryadına kulak verseler, yeryüzünde yoksul ve çaresiz insanlar kalır mı?”

Andrey, “Said, dur!” “Muazzam şeyler anlatıyorsun. Yazmakla yetiştiremiyorum. Bir şeyler kaçırmaktan korkuyorum. Ses kaydı yapacağım.” dedi ve telefonun ayarlarıyla oynadı.

Aleksandr da olduğu yerde adeta çivilenmiş gibi hareketsiz bir şekilde anlatılanları dikkatlice dinliyordu.

“İkinci öğüt” deyince Said, Aleksandr oturduğu yerden kalktı ve bir daha oturdu. “Her çağda olduğu gibi bu yaşadığımız çağda da en çok ihtiyaç duyulan şey; şefkat ve merhamettir.” dedi ve ekledi. “Mevlana, ikinci öğüdünde;“Şefkat ve merhamette güneş gibi ol” diye ikaz eder. Mevlana’nın sevgisi evrenseldir. Tıpkı güneşin ışıkları gibi… Irk, din, dil ayrımı yapmadan, tüm insanlığı kapsamaktadır. İnsanlara güneş gibi davranın, der. Güler yüzünüzü ve tatlı sözünüzü esirgemeyin. Ayrımcı değil, birleştirici olun. Ötekileştirici değil, kucaklayıcı olun.”

“Harikulade fikirler” dedi Aleksandr. “Neden duymadık bugüne kadar?”

“Sudba!(Kader)” diye karşılık verdi Andrey.

“Üçüncü düstur da dertlerimizin devalarından birisidir ve şöyledir; “Başkalarının kusurlarını örtmekte gece gibi ol!” Gece ve kusur iki önemli kavram, düşünenler için. Arkadaşlarımızın, dostlarımızın, çalışanlarımızın veya çevremizdeki insanların kusurlarını yüzlerine vurmamalıyız, örtmeliyiz gece gibi, yaymamalıyız diyor Mevlana. Her ne olursa olsun, kalpleri kırmamak önemlidir. Bu düşünceyi taşıyan ailede huzursuzluklar ve boşanmalar olabilir mi? Kusur, insana özgüdür. İnsanlar hata yapar. Marifet, kusurları yaymamaktır. Ki iftiradan sakınmak ise Kur’an’ın emirlerindendir.

Mevlana’nın her bir düsturu birbirinden değerli ve kıymetlidir. Dünyada dökülen kandan ve devam edegelen savaşlardan söz etmiyorum. Sadece geçen sene Türkiye’de 409 kadın öldürüldü.

Peki, Mevlana asırlardır ne diyor? Bir başka öğüdünde diyor ki, “Hiddet ve asabiyette ölü gibi ol”  Alın size öfke kontrolünün ilacı! Sevgi varken neden öfke? Neden kin? Neden şiddet? Öfkemizi ölüler gibi içimizde saklayıp sakinleşmeliyiz. Ki İslam huzur, sevgi ve hayat dinidir. Ne yazık ki bu dine mensuplar, kendi dinlerinden habersizler!

Dünya gençliği bu öğütten haberdar olsa ve yerine getirilirse dünya daha yaşanılır bir yer olmaz mı? ”

“Bakın” dedi Said, “Bence insanı insan yapan özelliklerden birini daha… Mevlana beşinci öğüdünde; Tevazu ve alçak gönüllülükte toprak gibi ol!” bireyin kendi egosunun esiri olmasın istiyor. Çünkü kibirlikte kin ve nefret; tevazuda ise irade ve akıl vardır. Kibirli insan kendini kontrol edemez iken, tevazu sahibi şuurlu ve bilinçlidir. Mevlana diyor ki, ‘Bu ölümlü dünyanın sonu toprak olmaktır. Sahip olduğun makam, şöhret ve servet senin aklını başından almasın. Kibirli olursan alçalırsın, tevazu sahibi olursan yükselirsin.”

“Yorulduysanız eğer kalan son iki öğüdü müze gezisinden sonra anlayım” deyince Said, ikisi de gayri ihtiyari yüksek sesle, “Hayır hayır, lütfen devam et. Müzeyi canlı canlı anlatıyorsun”

Andrey’in nemli gözleri Said’in dikkatinden kaçmadı.

“Ve altıncı öğüdü ise “Hoşgörülülükte deniz gibi ol!” der, Mevlana.  Farklılıklar karşısında sonsuzluğu ifade eden deniz gibi olmasını ister Mevlana.  Herkes senin gibi değildir, olamaz. Farklılıklar zenginliktir. Nitekim Kur’an’ı Kerim’de Allah; “… Biz sizi bir erkek ve bir dişiden yarattık ve birbirinizle tanışmanız için sizi halklar ve kabileler (şeklinde) kıldık. Şüphesiz, Allah katında sizin en üstün olanınız, (ırk ya da soyca değil) takvaca en ileride olanınızdır. Şüphesiz Allah, bilendir, haber alandır.” der.

Andrey, “İsimleri farklı olsa bile hepimiz aynı olana inanıyoruz, değil mi Said?” Onay mı almak istiyordu yoksa Allah’ı anlatmasını istiyordu doğrusu tam olarak anlaşılmadı. Fakat Said itiraz etti.

“Sadece isimler farklı değil, özellikler ve sıfatlar da farklı. Bakın Kur’an Allah’ı nasıl tanımlıyor: “De ki; O Allah bir tektir. Allah eksiksiz, sameddir. Bütün varlıklar O’na muhtaç, fakat O, hiç bir şeye muhtaç değildir. Doğurmadı ve doğurulmadı. O’na bir denk de olmadı.” (İhlas Süresi)

Andrey’in titrediğini fark etti Said. Arkadaşından saklıyordu. İki eliyle oturduğu sandalyeyi sıkı sıkıya tutuyordu.

Said, “Mevlana son öğünde adeta diktiği binanın çatısını oluşturuyor ve diyor ki;  “Ya olduğun gibi görün, ya göründüğün gibi ol!” İnsanlığa çağrıda bulunuyor; ‘Kendinize gelin! Kendinizin farkına varın! İkiyüzlü olmayın. Menfaat için haksızlıklar karşısında susmayın! Başkası değil, kendiniz olun’ feryadıdır bu feryat.”

Bir süre sessizce düşündüler. Sonra hep beraber kalkıp avluya yöneldiler.

Öğle ezanın eli kulağındaydı. Said bir fırsatını bulup Andrey’e “Şimdi ezanın ikincisi okunacak. Arzu edersen yan tarafta bulunan camiye girelim, namazı yerinde görelim”

“Memnuniyetle” dedi Andrey. Cami adabına dair kısa bilgiler sundu, Said misafirlerine. Okunan öğle ezanıyla birlikte camiye yöneldiler. İkindi ezanıyla camiden çıkıp civar camileri gezdiler ve camiler hakkında bilgi aldılar.

***

Andrey ve Said’in sorulu cevaplı sohbetleri altı akşam devam etti.

Yol haritası çizildi. Önce Allah tanınacak, ardında Kur’an ve Hz. Peygamber. Tanımadan sevgiden söz etmek abes olduğunu biliyordu Andrey. Ve defalarca bunu ifade etmişti.

***

Ve artık ayrılık vakti…

Sevinçli kucaklaşmaların yerini hüzünlü kucaklaşmalar aldı.

Said’e tekrar tekrar sarıldı. “Doğum yerim Türkiye. Sen şahitsin ki ben burada ve iki gün önce doğdum. O’na(cc) şahitlik etmem gerekiyor, biliyorum. Takdir edersin ki tanımadan şahitlik edemem, yalancı olurum. Evet, O, var. Hem de Kur’an’da okuduğun gibi var. Kısa bir zaman içinde beni bekle O’na şahitlik edeceğim. Fakat bir şey anlamadım, anlamıyorum” dedi ve arkadaşına çaktırmadan gözyaşını sildi.

“Nedir o anlamadığın şey?” sorunca Said, Andrey; “Biri ‘Ellahu Ekber’ deyip kafa kesiyor. Kafası kesilen de ‘Ellahu Ekber’ diyor. Bu yaman çelişki?”

“İşte onun için” dedi Said ve ekledi; “Biz Müslümanlar, Müslümanlardan kaçıp Allah’a sığınıyoruz!”

 

 

 

Bu yazıyı paylaş:

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Bu yazarın toplam 24 eseri bulunmaktadır.