DergiZan

Yazı ve Sanat Ülkesi

Tasavvufa Bakışımız Nasıl Olmalı? / Nur Dinçkan

        Tasavvuf kavramının dil bilimsel olarak  nereden  geldiği  ve  tasavvufla  ilgili  yapılan  tarifleri  konuyla  ilgili  yazılan  tasavvuf  eserlerine  bırakarak,  bugün  yaşanan  tasavvufi  hayatı  ve tasavvufa  kendilerini  nispet  edenlerin  yanlışlarını    dikkate   alarak,  tasavvufa  doğru   bakışımızın  nasıl  olması  gerektiği, makalemizin  zemini  ve  nedeni  olmuştur.   

      İmam Buhari  ve  Müslim’in  ittifakla  rivayet  ettikleri ve   Hadis  edebiyatında “Cibril  Hadisi “  olarak  bilinen   bir  Hadis-i  Şerif vardır : ( Müslim,” iman”-1) Bu  Hadis-i  Şerifte iman  ve  İslam’ın  Cebrail’in  soruları  ile  Allah  Resulü (sav) tarafından  tanımları  yapılmıştır.  Cebrail’in  üçüncü  sorusu  ise ;  “ihsan nedir?”  Olmuştur.  Hz. Peygamber ihsanı  “Allah’ı   görüyormuş  gibi  ibadet  etmektir.  Her  ne  kadar  Allah’ı  görmesek de  her an  O’nun  tarafından  görüldüğümüzün  bilinci  ile kulluk  yapmamızdır. “ ifadeleriyle   tanımlamıştır.  Bu  tanım  tasavvufun  gayesi  haline  gelmiştir. Tarihi  süreç  içerisinde  tasavvuf  kelimesinin  bugün  anladığımız  manada  ne  zaman  kavramsallaştığı  üzerinde  durmak ,  konunun   anlaşılması  açısından  kanaatimce  çok  önemli  değildir. Bugün  kullandığımız  nahiv,  meani,  fıkıh, kelam vb.  kavramlarda  netice  itibariyle  sonraki  dönemlere  aittir. Bu  konuyu  geçerek   tasavvufun  muhtevası  üzerinde  durmamız  gerekir.

       İmam  Müslim’in  Sahihinin  birinci  Hadis’i  olan  Cibril  Hadis’inin   sonu  Allah  Resul’ünün şu  cümleleriyle  biter:  “Bu  gelen  Cebrail’di   ve  size  dininizi  öğretmeye  geldi. Hadis’te ; iman, İslam ve  ihsan  kavramları  bize  Müslim,  mü’min  ve  Muhsin olmamız  gerektiğini  bildirmektedir. İhsan hali  ise,  İslam  ve  imandan  sonra  gelmektedir  ve  imanın  zirvesidir.  İslam; hayatın  bütününü  kuşatan  yaşam  tarzının  adıdır.  Kişinin  benliğini  Allah’a  teslim  etmesinin  adıdır.  Kalbte kopmaz  bir  şekilde   yer   etmiş  akidenin iman  esaslarının  tasdikinin  tüm  hayatta tezahür  etmesidir.  İhsan  ise;  İslam’ın  ve  imanın  kalbi  ve  zevki  olarak  hissedilmesidir.  Akaidle ilgili  manaların  zevkine  ermek,  şeriatın   emirlerinin  nefse  kolaylıkla  kabul  ettirilmesinin  adıdır  ihsan.  Konuyla  ilgili  olarak Hz.  Peygamber  bir  Hadis’lerinde  şöyle  buyurmuştur: “ Allah’ı  Rab,  İslam’ı  din  ve  Muhammed(sav)’i  Peygamber  olarak  kabul  eden  kimse  imanın   zevkine  ermiştir.(Müslim) Diğer  bir  Hadis’te  şöyledir: “ Üç  şey  kimde   bulunursa   imanın  tadını  hisseder:  “Kendisine  Allah  ve  Resulü   her şeyden  sevimli  olan ,  sevdiği  kimseyi  sadece  Allah  için  seven  ve   Allah  kendisini  kurtardıktan  sonra  küfre  tekrar  girmekten ,  cehenneme  atılmaktan  nefret  ettiği    gibi  nefret  eden kişi  imanın  zevkine  erer.(Tirmizi)   Her  iki  Hadis’te  akidenin  tahkik  derecesine erişildiğinde  mü’minin  akidesinin  şuuruna  ereceği  bildirilmektedir. Örneğin, iman  esaslarının  birincisi  olan Allah’a  imanın  tahkiki (taklidten  hakikate  ermesi) şu  şekilde  olmaktadır:

1) İman-ı  billah,

2)  Marifetullah,

3) Muhabbetullah.  İman-ı  Billah;  genel  olarak Allah’a  inanmayı  ifade  eder.  Marifetullah  ise: Allah’ın  tanınması  demektir.   Zat-ı  İlahi  bizim  bilgimizin   bir  nesnesi  gibi  düşünülerek  bilinilmez. 

Zat-ı  İlahi  irfan kavramıyla  ifade edildiği  gibi  tanınır. Allah’ı  tanıtan  üç  büyük  tanıtıcı  vardır:

1) Kur’an-ı  Kerim 

2) Kainat

3)  Allah  Resulü Muhammed (sav) Bu  üç  tanıtıcı  üzerinde  tefekkür  edilince,  uluhiyete  marifet  elde  edilir.  Kainattaki  her birşey   Allah’ın  tekvini   ayetleridir.  Kur’an  ayetleri  ise  tenzili  ayetlerdir.  Kainattaki  ayetlerle   Kur’an  ayetleri  arasında bir  zıtlık  ve  çatışma  yoktur.  Her  ikisi de  bize  Allah’ın  isimlerini ,  sıfatlarını  ve  fiillerini  tanıtır. Allah  Resulü  bize  Allah’ı  tanıtır.  Muhammed  (sav)’in  Allah’ın  elçisi  olduğuna  inanmak,  imanın  ikinci  rüknüdür.  Resule  imanın  O’nun  sünnetine  ittiba  ederek  içselleştirilmesi,  şuur  ve  zevk  haline  gelmesi;  akidenin  ihsan  boyutunu  kazanmasıdır.   Allah  Resulü’nin  hayatı  Allah’ın  Kur’an’ı  indirmekle    neyi  murad  ettiğinin canlı  bir  tefsiridir. O  insan-ı  kamildir.  Tüm  hayatıyla  bize  üsve-i  hasenedir.   Bu  bilginin  ve  akidenin  hayatımıza  hayat  olacak  şekilde   nefse   kabul   ettirilmesi de  imanın  ihsan  boyutudur.  Marifetullah da  kemale  ulaşıldığı  kadar da   muhabbetullah  olur. İhsan;  insan  ile  Allah  arasındaki   engellerin  kaldırılmasıyla  kazanılan  bir  haldir.  Bu  halin  kazanılması  için  yapılan  gayret  ve  çabaya  “cihad”  denir.   Cihad; kafirler,  münafıklar,  ehli  kitap  ve   müşriklerle  yapılan  savaşın  adıdır.  Fakat  tüm  bunlarla  savaşabilmek  için önce  nefsin   Allah’ın  şeraitine  teslim  olması  gerekir.  Nefs  tezkiyesi,  kalp  tasfiyesi  ifadeleriyle  anlatılmak  istenen de  budur.  Nefs;  öldürülmesi,  yok  edilmesi  gereken  bir  varlık  değildir.  Nefs,  insanın  kendisidir.  Nefs,   Kur’an-ı  Kerim’de  aldığı  sıfatlara  göre  olumlu  ve  olumsuz  olarak  değerlendirilir.  Nefs-i  emare,  nefs-i  levvame  kötü  iken,  nefs-i  mutmainne  her  mü’minin  kazanması   gereken  nefs  halidir.  Heva  ise;  nefsin  kötü  eğilim  ve  özelliklerinin  adıdır.  Heva  bir  Kur’an  kavramı  olarak,  hiçbir  şekilde  olumlu  bir   sıfatla   geçmez.  Yapılması   gereken   nefsin  hevasını  Allah’ın  emirleri  ve  yasakları  çerçevesinde   tutmaktır.  Kalp  tasfiyesi  ise;  kalbin   Allah  dışındaki  sevgi  ve  ilgilerden  tasaffi  etmesi,  arındırılıp,  saflaştırılmasıdır.   İnsan  bu  hayat  içerisinde   kurduğu   her  ilişkiyi   Allah  rızası  temelinde  yapılandırması  gerekir.  Allah  için  almak-  vermek, sevmek  ve  öfkelenmek  gibi.  Kalbin  sahibi  Allah’tır.  Ve  kalpler  sadece   Allah’ı  zikir  ile  sükunete  erer.  Nefsin  tezkiyesi  ve  kalbin  tasfiyesi  ancak  şeriat,  fıkıh  çerçevesinde  olur.   Bu bağlamda  tasavvuf ;  fıkhi  hükümlerin  içselleştirilmesi  ve  kolaylıkla  yerine  getirilmesinde  bir  vasıtadır.  Örneğin;  namazın  farz,  vacib  ve  sünnetleri  zahir  fıkhın  konusu  iken,  huşu ise; batın  fıkıh  dediğimiz   tasavvufun   konusudur.  Mü’minun suresinde;  namazlarını   huşu  ile  kılanların  kurtulacağı  bildirilmektedir.  Huşu  ise,  kalbe  ait  bir  sıfattır. Ve  huşunun  bir  hal  olarak  kazanılması  fıkh-ı  batın  dediğimiz   tasavvuf  ilminin  konusudur.  Fıkh-ı  zahir,  fıkh-ı  batın kavramlarını   kullanırken  birbirlerinden  bağımsız   disiplinlerden   bahsetmiyoruz.  İslam  akide, şeriat,  ahlak  olarak  bir  bütündür.   Bugün  biz ,  İslami  ilimlerin  tarihi  süreç  içerisindeki   bütünlüğü  bu  disiplinler  vasıtasıyla   anlamaktayız.  Namaz,  farz,  vacip  ve  sünnetleriyle  ikame  edilmeden  huşunun  olması  imkansızdır.  Dolayısıyla  fıkıhsız  bir  tasavvuf  olmaz.  Tasavvufta,  fıkhın  ihsan  kıvamında  hayatımızda  gerçekleşmesini  sağlar.  Fıkıh  dediğimiz  ilim  esasında (zahir  ve  batınıyla)   sahabe  neslinden  itibaren   Müslümanların  yaşadıkları  pratik  hayatın,   bir  ilim  olarak  tasnif  edilmesidir. 

       Müslümanlık   dediğimiz  hayat,  asr-ı  saadetten  günümüze  kadar  fiili  olarak  yaşanarak  gelmiştir.  Nazari,  felsefi  bir  hayat  tarzı  değildir. Bu  bağlamda  tasavvufun  tarikatler  halinde    pratiğe  yansımasında,   sahabilerin  temel  örnek  alındığını  görmekteyiz.  Özellikle  tarikat  silsilelerinde  Hz. Ebu  Bekr (ra) ve  Hz. Ali (r.a.) öne  çıkmaktadır.  Hz. Ebu  Bekir (ra) malını  ve  canını  Allah  ve  Resulü  yolunda  feda  etmiş ve  sıddıkiyetin tam  bir  örneği  olmuştur.  Bilindiği  gibi  Peygamberlik  kesbi  değil,  Allah’ın  seçmesi  ve   dilemesiyledir.  Kur’an-ı  Kerim  Allah’a  yakın  kulları;  Nebiler, sıddıklar,  şehitler  ve  salihler  olarak belirtir.  Nebi’den  hemen  sonra   gelen  sıddıklardır.  Sıddıkiyetinde  kendisinde  tam  olarak  tecelli   ettiği insan  Hz.Ebu  Bekir’dir. Hz.  Ebu Bekir  sıddıkiyet   makamında  olduğu  gibi,  aynı  zamanda  emir’el  mü’minin   ve   ilk  halifedir.  Bir  insanın  zahirde  ulaşabileceği  son  makam  devlet  başkanı  olup,  devleti  yönetmek,  batında  ise; sıddık  olmaktır.  Nakşibendi  tarikat  silsileleri ,  Hz.  Ebu  Bekir(R.a.) efendimizle  başlar.   Fakat  O’nun  zülcenehayn (iki  kanatlı) olan  bu  özelliğinin  hilafet  boyutu,   gerekli  ilgiyi  özellikle  günümüzde  görmemektedir.   Mekke’nin  en  zengin  insanı  olan Ebu Bekir(r.a.),  tüm  malını  Allah  yolunda  harcamıştır.  Mekke’den  çıkarken  mali  imkanlarını  tamamen  infak  etmiştir. Hz. Peygamber’le  beraber Medine’ye  hicret  ederken  girdikleri  o  Sevr   Mağarası’nda,  canı  Allah  yolunda  feda  etme  çabasının   en  güzel   örnekliğidir.  Bu  iki  güzel  insanın  Medine’ye  gitmelerinin  amacı ise; İslam’ın  siyasal  ve  sosyal  hayatta nasıl  yaşanacağının  en  güzel  örnekliği  olan  Medine  İslam  devletinin kurulmasıydı.  Bugün  canını  ve  malını  Allah  yolunda  feda  etmekten  çekinen,  İslam’ın  Medine’sinin  yeniden  inşası  için çaba  sarfetmeyen  insanların  kendilerini,  başında  Hz. Ebu  Bekir  Sıddık (r.a.)  olan  bir  yola  nispet  etmeleri , sapmanın  boyutlarını  göstermesi  açısından   çok  önemlidir.   Yine  Hz. Ali (r.a.)  tüm  kadri  tarikat  silsilelerinin  başında  bulunan  sahabidir.

         Hz. Ali (ra)’da   hicretten   önce Hz. Peygamber’in  emriyle  O’nun  yatağına  yatarak,  canı  Allah  yolunda  sarfetmenin  en güzel  örnekliğini  sergilemiştir.  Raşid  halifelerinin  dördüncüsü de  Hz. Ali’dir.   Tasavvufu  Hz.  Ebu  Bekir ve  Hz. Ali (ra)  örnekliğinde  görüldüğü  gibi  bütünlük  içerisinde   kavrayamadığımızda  sapmalar, bidat  ve  hurafeler  ortaya  çıkmaktadır. 

          İslam  coğrafyasından  kopuk,  ümmetin halinden  habersiz,  cihad  ve   hilafet  kavramlarına  ilgisiz  bir tasavvuf  anlayışı,  mistiklik  ve  ruhçuluktur.  Bugün  tasavvuf  ehli,  akaid–usuluddin  esaslarına  ve  imamlarına  bağlı  olmaları  gerekirken, akideye  dair  Kitap  ve  Sünnet’de   olmayan  inançlar  ve  görüşleri  anlatmaktadırlar.  Ameli   hayatlarında ,  fıkha  ve  müçtehid  imamlara  bağlı  olmaları    gerekirken ,  Kitap  ve  Sünnet’in  asla  kabul  etmeyeceği  davranışlarda   bulunmaktadırlar.

Akaid  ve  fıkıh,  tasavvufun  çerçevesini  çizer.  Hiçbir  mutasavvıf,  akaid  ve  fıkıh  sınırları  dışına  çıkamaz.  Çıkarsa  reddedilir. Bugün  tasavvuf  deyince,  Hz.  Peygamber’in  ahlakıyla  nasıl  ahlaklanmamız  gerektiği,  kibir, riya,  hased  gibi  kötü  ahlaklardan  nasıl   kurtulup,  tevazu,  ihlas  vb. güzel  ahlakları  nasıl  kazanacağımız  konuları  öncelikli  gündemimiz  olmamaktadır.  Bunun  yerine  rical-i  gayb,  gavs,  kutup , üçler,  yediler,  tevessül,  istiğase  gibi  konular  öncelikli  olmuştur.  Tasavvufun  yeniden  Kitap  ve  Sünnet  temelli  akaid  ve  fıkıh  çerçevesinde  tecdit  ve  ıslaha  ihtiyacı  vardır. Bunun  tasavvuf  dışında  yapılması da  kanaatimce  mümkün  gözükmemektedir.  Yaşadığımız  bugünlerde  tasavvufa  en  büyük  kötülüğü  bidat  ve  hurafeci  tasavvuf  ehli  yapmaktadır.

        Bizim  bildiğimiz  ve öneminden  bahsettiğimiz  tasavvuf,  ehl-i  Sünnet   vel-cemaat  anlayışına  göre  akidenin   hakikat  ve manalarına  ulaştıran   tasavvuftur.

Zahir  ve  batıniyle  Resulullah’a  ittiba eden,  hayatının  tüm  alanlarında  fıkha  uyan  tasavvuftur.  Yoksa   mutasavvıflara  mahsus bir  akide ve  fıkıh  yoktur.

            Allah’ım ! cahillerin  te’vil  ve  yorumlarından,  aşırıların  sapıklıklarından  ve  tüm  batıl ehlinin  batıl  işlerinden   Sana  sığınırız.  Bize  Hakkı  Hak  olarak  görüp ,  O’na  uymayı,  batılı da batıl  olarak  görüp,  ondan  kaçmayı  nasip  eyle!.. 

Bu yazıyı paylaş:

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Bu yazarın toplam 18 eseri bulunmaktadır.