İman ile Yazılan Bir Destan! / Nur Dinçkan

Ama ne pahasına!
400.000 vatan evladının, 250.000’i harp sahasında, 150.000’i de hastanelerde şehadet şerbetini içmesi pahasına…
Askerî bakımdan binbir noksanlığa, silah yetersizliğine ve katbekat üstün düşman ordularına karşı imanıyla imkânsız bir zafer kazanılmış ve şanlı tarihimize altın sayfalardan biri daha Çanakkale’de eklenmiştir. Çanakkale Zaferi’nin, maddî gücün ötesinde iman kuvvetiyle kazanıldığının sayısız örnekleri mevcuttur. Yedek Subay Muallim Hasan, Yüzbaşı Mehmet Tevfik, Ali Çavuş, Koca Seyit (Seyit Onbaşı), Zabit Muzaffer Bey, gönülleri imanla dolu yiğitlerden sadece birkaçıdır.
Çanakkale Harbi Nasıl Bir İman Gücüyle Kazanıldı?
Bu hususta harbe katılmış bulunan kahraman yiğitler, zaferin sırrını şu şekilde anlatıyorlardı:
“Gönüllerimiz Allah’a niyaz hâlindeydi. O’nun yardım ve inayetine sığınmıştık. Kumandanlarımız da sürekli olarak bize Salât-ı Nâriye‘yi okutturuyorlardı. Böylece ilahî yardıma mazhar olduk…”
Çanakkale Harbi’nde ihlâsın ve Allah’a samimi ilticanın zaferi getirdiği çok bariz bir şekilde görülmüştür. Zira Çanakkale’nin imanlı ordusu, din-i mübin ve vatanları uğruna çarpıştı. Bu nedenle onlar ilahî yardıma nail oldular. Allah Teâlâ buyurur:
“Siz Allah’ın dinine (onu ihlâsla yaşayarak ve başkalarına da ulaştırarak) yardım ederseniz, Allah da size yardım eder.” (Muhammed/7)
Bu yardıma mazhar olan Koca Seyit’in hatırası unutulmaz gerçeklerdendir:
Koca Seyit, denizin üzerinde ateş ve ölüm kusarak ilerleyen düşman gemilerine bakarak derin bir nefes aldı, gözleri doldu. Yüreğinin mahzuniyetiyle ellerini Yüce Mevlâ’ya kaldırarak:
“Ya Rab! Ey kudret sahibi Allah’ım! Bana şu an öyle bir kuvvet ver ki, hiçbir kul benden daha güçlü olmasın!”
diyerek Rabb’ine sığındı ve O’ndan yardım istedi.
Koca Seyit, dünya âleminden sıyrılmış, yalnızca Rabb’inin huzurundaydı. Gözlerinden süzülen yaşlar yanaklarından aşağıya akıyordu. Bir müddet “Lâ havle ve lâ kuvvete illâ billâhil aliyyil azîm” diyerek zikretti. Sonra aniden “Ya Allah!” diye haykırdı ve arkadaşlarının hayret dolu bakışları arasında 276 kiloluk mermiyi kavrayıp kaldırdı. Demir basamakları üç kez inip çıktı. Göğüs ve omuz kemiklerinin çatırtıları duyuluyordu, sel gibi ter döküyordu. Çatlamış dudaklarıyla:
“Allah’ım! Benden kuvvetini esirgeme!”
duasına devam ediyordu. Nihayet topun ağzına sürdüğü meşhur üçüncü mermiyle savaşın kaderi değişti. İngilizlerin Ocean adlı zırhlısı vurulmuş, deniz alevler içinde kalmıştı.
Hadiseyi öğrenip Cenab-ı Hakk’a şükreden Cevat Paşa, Koca Seyit’i tebrik ederken ondan aynı ağırlıktaki başka bir mermiyi tekrar kaldırmasını istedi. Koca Seyit şu cevabı verdi:
“Paşam! Ben bu mermiyi kaldırırken gönlüm Allah’ın feyziyle doluydu ve ilahî teyide mazhar olmuştum. Kendimde bir başkalık hissetmekteydim. Bu ağırlığı kaldıracak bir makama ulaşmışsam, Cenab-ı Hakk’a yaptığım duaların neticesinde O’nun nusret ve inayetinin bir tecellisiydi ki bu, o ana mahsustu. Şimdi kaldıramam kumandanım, mazur görün!”
Bu cevabı üzerine Cevat Paşa, ondan bir ödül talep etmesini ister. Fakat Allah’a kulluktan başka hiçbir isteği olmayan bu fedakâr yiğit, ikinci bir kahramanlık sergileyerek:
“Kumandanım, hiçbir talebim yoktur. Lakin ben pehlivan yapılı olduğumdan dolayı günde bir somun yetmiyor. Düşman karşısında daha güçlü olmam için, emretseniz de bana iki somun verseler!”
dedi. Bu isteğe tebessüm eden Cevat Paşa, onu onbaşı rütbesiyle ödüllendirdi.
Koca Seyit’in bu mütevazı hâli, kalbinin samimiyet ve saflığını ne güzel ifade etmektedir!
Daima maneviyat maddeden üstün gelince, onu tesiri altına alır. Nitekim Çanakkale Harbi’ndeki İngiliz kumandanı tarihçi Hamilton da bu gerçeği şu sözlerle itiraf etmiştir:
“Bizi Türklerin maddî gücü değil, manevî gücü mağlup etmiştir. Çünkü onların atacak barutu bile kalmamıştı. Fakat biz, gökten inen güçleri gördük!”
Churchill ise muharebe sonrası neden yenildiklerini sorgularken daralmış ve şu itirafta bulunmuştur:
“Anlamıyor musunuz? Biz Çanakkale’de Türklerle değil, Allah ile harbettik. Tabii ki yenildik!”
Düşman kumandanlarına bu itirafları yaptıran, Çanakkale Harbi’nde yaşanan ulvî hadiseler, Cenab-ı Hakk’ın nusret ve inayetini açıkça sergilemektedir.
Bir Fransız generalinin hatırasını anlatmadan geçemeyeceğim:
Fransız Generali Gouraud, Fransız topluluğuna yaptığı konuşmada şunları ifade eder:
_“Efendiler! Müslüman Türk askeri, ender bulunan bir askerdir. Size dimağımda hâlâ taze kalan bir hatıra nakletmek istiyorum:
Bir sabah, günün ilk ışıklarıyla Türklerle süngü harbine başlamıştık. Onlar, çok ama çok mahir dövüşüyorlardı. Kendileriyle başa çıkmak mümkün değildi. Akşam geç saate kadar süren çarpışmadan sonra, yaralıları toplamak üzere karşılıklı bir ateşkes ilan ettik.
O sırada gördüğüm manzara unutulmazdı: Bir Türk askeri, kendi yarasına toprak bastığı hâlde, kucağında taşıdığı yaralı bir Fransız askeri için gömleğini yırtıp onun yarasını sarmaya çalışıyordu.
Efendiler! O Türk yiğidinin kucağındaki yaralı kimdi biliyor musunuz?”_
Sözlerinin burasında hıçkırıklara boğulan general, gözyaşlarını silmeye çalışarak boğuk bir sesle:
“Efendiler! O Türk yiğidinin kucağındaki yaralı, bir Fransız askeriydi!”
dedi ve ağladı, ağladı, ağladı…
Mehmet Akif bunu ne güzel ifade eder:
“Ey Şehit oğlu Şehit! İsteme benden makber,Sana ağuşunu açmış duruyor Peygamber!”
Temennimiz odur ki; bu şanlı destan, sadece nesilden nesile aktarılan bir nakarat olarak kalmasın, örnek alınsın!