“An” İçinde Yaşamak / Nur Dinçkan
İnsanın şimdiki zamanın içinde yaşadığı söylenir. Şimdiki zaman sürekli olarak oluşmakta olan “an” dır. Zaman bir bütün halinde insana verilmez. Zaman kavramı her an yenilenmekte olan “an” ların toplamıdır.
Ecel, başlangıcı ve sonucu belirlenmiş zaman dilimine denir. Ama biz gündelik hayatta, dünya hayatımızdaki bu sürecin bitişi için kullanıyoruz. Esasen varlık alanına çıkışımızla beraber başlamış oluyor. Fakat bu eceli bir bütün halinde idrak etmemiz mümkün değil.
Zamanın en küçük birimi olarak “an”ı kabul edersek biz ancak bir “an”ın içinde yaşadığımızın idrakinde olabiliriz. Yeni bir “an” gelirken bir önceki “an” mazi oluyor. Bu anlamda en önemli zaman şimdi kelimesiyle ifade edebileceğimiz “an” oluyor.
Gelecek dediğimiz anların toplamının ne olacağını bilemediğimiz gibi, ne getireceğini de bilmiyoruz. Fakat insan, geçmişin elemi ve geleceğin endişesi ile şimdinin bereketini kaybetmektedir. Allah’ın bize verdiği insani meleke ve kabiliyetlerimiz “an” da yaşanarak kullanılsa, insan-ı kamil olmayı gerçekleştirebiliriz. Bize verilen sabır kuvvetini, geçmiş zamanın yaşanmış kederlerine ve henüz gelmemiş geleceğin tasa ve endişelerine gönderdiğimiz için hali hazırda başımıza gelenlere sabredemiyoruz. Yoksa musibet “an” da geldiğinde sabır kuvveti de tamamen ona odaklansa, ona kafi gelecektir.
Varlık sürekli yenilenmektedir. Durağan bir varlık anlayışına sahip değiliz. Allah’ın isim ve sıfatları her “an” kainat üzerinde tecelli etmektedir. Her “an”ın yenilenen bu tecellilerle ayrı bir hükmü vardır. Arif o kişidir ki an’daki yenilenen bu tecelliyi fark eder ve onun gereğini tatbik eder. Bu halin fark edilmesidir. İlm-i hal dediğimiz bilgide an’ın hükmüne göre halinin ilmini bilmektir.
Modern-seküler kültürde hayat-kainat, Allah ve ahiret kavramlarından bağımsız olarak tanımlandığı için, insan biyolojik temele indirgenerek tanımlanır. Dolayısıyla biyolojik yapısını aşan üs değerlerle kendini tanımlayamayan insan; üretim, tüketim, biyolojik yapının verdiği ihtiyaçlar ve hazların tatmin edilmesi çerçevesinde zamanı kullanmayı hedef alır. Yani modern insan tek dünyalıdır. Ölüm onun için bir yok oluştur. Zamanı bu şekilde temellendiren dünya görüşü sadece maddi temellere ve hazlara dayalı bir uygarlık ve yaşam biçimi geliştirir. İnsan bu hayatı kolaylaştıracak teknolojiyi keşfeder. Ve sonra tüm bunları putlaştırarak kendisinin köleliğini ve kulluğunu ilan eder. Kendi kurduğu sistemin kendisi gönüllü kölesi olur. Bu hep bana cahiliye dönemi müşriklerinin kendi elleriyle yapmış olduğu taştan ve helvadan putları hatırlatır. Bu neopaganist yaşamın kölelerinin, kendi girdikleri bu zindandan ve kendilerini özgür zannettikleri zindan günlerinden kurtulabilmeleri belki zaman ve zamanda olup biten üzerine düşünmeleriyle mümkün olabilir. Ukaz panayırında konuşan cahiliyye döneminin hanif olan şairlerinden Kus bin Saide o meşhur hutbesinde; “insanın bu dünyaya bir yolcu olarak geldiğini, zamanın hızla aktığını, ölümle beraber gidenlerin bir daha geri gelmedğini” söyleyerek; insanın faniliğini, zaman idrakiyle fark ettiğini ve bu farkındalığın onun zamanın sahibi olan Allah’a ulaştırdığını, Allah’ın ise mutlaka insanla konuşmak için bir Peygamber göndereceği idrakine ulaştığını fark ediyoruz.
Yaşadığımız her “an” bize fani olduğumuzun bilincini kazandırır. Ama ruhumuzun derinliklerinden bir ses ebedilik arzusunu bize söyler. Ebedilik arzusu içerisinde fani olan insan sonsuz bir yaşamın olacağının, fıtratına konan bu ebedilik arzusuyla da anlar. Ebediliğin sahibi baki olan Allah’a kul olarak fena olmaktan kurtulmanın yolu ise, bu dünyada gerçekleşmesi mümkün olmayan bir cennet hayatına sonsuz olarak ulaşmanın El-BAKİ ismiyle sıfatlanan Allah’ın iradesine teslim olup “abdül-Baki” olmayla mümkün olacağını idrakten geçer.