İstasyonu İzlerkenki Fotoğraf / Ahmet Doğru
Elindeki kömbeden bir ısırık alarak hayranlıkla istasyonu izleyen çocuğun bakışıyla yaklaşıyorum ben de. Onun izlediği istasyona, gözlerini diktiği istasyon çatısındaki sekiz köşeli yıldıza bakarken karışıveriyoruz yerlerimiz. Çocuk ben oluyorum ve hatırlıyorum; yıllar önce ilk istasyona gelişimi, elimden tutan annemi durdurarak benim de bir süre izlediğim bu çatı yıldızını, bu hardal sarısı binayı, çok sayıda rayları, raylı yolların ortasında yolcuların beklediği yüksekliği, atıl vaziyette bekleyen vagonları ve koca gövdeli okaliptüs ağaçlarını ki onlar bizim için “garipdost”tu…
İlk tren yolculuğumuzun büyülü başlangıç yeri olan Osmaniye istasyonu, şimdikinden çok daha alımlı, çok daha bakımlı, çok daha kalabalık, çok daha nemli bir yerdi. Hatırladığım kadarıyla pazar, panayır yeri gibi bir yerdi. Hele bilet almak için beklediğimiz sıranın uzunluğu, bekleme salonun görüntüsü, tavanın devasa yüksekliği çocuk hafızama ne çok yer işgal etmiş. Satıcıların “tuzlu fıstık, soğuk ayran, taze simit” sesleri içinde büyüklerin konuşmalarına kulak kesilirdik. Trenin rötarlı geleceği, kalabalık olacağı, bu kalabalığın çoğunun ayakta gideceği… bu kulak misafirliklerinden öğrendiğimiz bilgiler olurdu.
Kara dumanlar içinde gelmiyordu trenler, lakin türkülerin zihnimizde oluşturduğu tahayyüle kara trenler sayıklıyor, kara duman içinde trenlerin geldiğini tasavvur ediyorduk. Mazotla çalışan bu lokomotifler, kömür gibi dumanlar savurmasa da onları aratmazlardı nihayetinde. Trenler, hırsla bilenmiş, kızgınlıktan gözleri dört dönmüş koşu atları gibi beklerdi istasyonlarda. Çalışır vaziyette istasyonda duran her tren, bizim için her an koşabilecek çılgın atlar gibiydiler ve bu vaziyetteki trenleri görünce hemzemin geçitlere yaklaşamaz, korka korka beklerdik.
Böyle yolculuk varsa ve bu atlara binmemiz gerekmişse, çalan kampanalar durdurulmaya çalışılan bu atlar için telkin sözcükleri olurdu. Alelacele korkarak sırtlarına bindiğimiz bu trenler, burunlarından hırsla soluyan demir atlardı elbette; kondüktörün çalacağı düdükle ileri atılacaklarını, nal seslerinin andıran “çıkıdık, çıkıdık” ray sesleri ile dörtnala bir koşunun başlayacağını hissederdik. Makinistler, bu azgın atları durdurmak için gemlere asılmış yiğit binicilerdi. Kalkış düdüğüyle şahlanan trenler uçar gibi çıkardı perondan. Hatta lokomotiflerin şahlandığını gören arkadaşlarımız bile vardı.
Elimdeki kömbeden bir ısırık daha almak için niyetlendiğimde, elimde kömbe olmadığını görüyorum. Kömbe yiyen çocuklar yerlerimiz değişmiş çoktan. Kırkına merdiven dayayan biri olarak, duyduğum tren sesi üzerine daldığım istasyonda, bir nice hatırayı ayaklandırmışım; iyi mi? İstediğim “tam da buydu” diyebilirim! Ne ki yolcularında bir yoksunluk, bir yoksulluk var istasyonun. Eski günlerin telaşından eser yok. Ne satıcı sesleri, ne kondüktörlerin düdükleri… Sonra o mazotla çalışan gürültülü lokomotifler de, o acı bir çığlık şeklinde yükselen kampanalardan da hiçbir iz kalmamış. Elektrikle çalışan lokomotifler oldukça sessiz, tiz korna sesleriyle birlikte bunlara tren demeye bin şahit gerek!
Hatıraları ayaklandırmak, iyi bir fikir değilmiş galiba. Hüzün dolu bir fotoğrafla çıkıyorum istasyondan. Geçmişin bizi yaralayan yanlarını unutmuşuz, hep bir güzellikle kalmış kalanlar ya da güzel olanları bırakmışız hatıra diye içimizde. Keşke kötü olanlar gibi, bu iyi olanları da unutabilseymişiz. Mümkün mü? Kömbe yiyen çocuğu arıyor gözlerim son defa; yok.