DergiZan

Yazı ve Sanat Ülkesi

Bir Kutsal Şehir ve Bir Kutsal Dava / Ramazan Seydaoğlu

Üç Nisan İki bin on bir
  PEYGAMBERLER ŞEHRİ MEKKE

Kutsal kenti İslam’ın!

Hazreti Resul’ün çocukluk şehri! Peygamberimizin çile şehri!

“Ey Mekkeliler! Kim ki, Ebu Talip mahallesinden alışveriş ederse… Kim ki, onlardan birine bir kız verir veya alırsa, kim ki, onlara yardım ederse!” diye müşriklerin kesin uyarılarla ambargo uyguladıkları, onları üç yıl perişan ettikleri kent… Otelimiz Peygamber ve arkadaşlarının üç yıl ambargo altında tutuldukları bu bölgede. “Şe’bi Ali” (Ali’nin Mahallesi) denilen bu mevki Suud yönetimi tarafından Ka’be çevresinin modernize edilmesi için yapılan planlama sonucu, bu notların yazıldığı yıldan beş altı yıl sonra, tamamen yıkılmıştır.

Peygamberin zor durumda kalan Müslümanlara hicret emrini verdiği belde… İlk göç ve arkasından gelen ikinci göç Habeşistan’a… Bugün açlıkla mücadele eden ‘Kara Afrika’nın o misafirperver ve kadirşinas Etopyası’na…

Asr-ı Nebi’den çok ötelere, ilk insana gidelim, Âdem’in Havva ile buluştuğu mekân!.. Burada buluştular cennetten yeryüzüne gönderilen insanlar… Burada insanlık türedi, çoğaldı ve vadilere sığmayınca yeryüzüne yayıldılar.

İlk yazılı emirler Âdem’e burada verildi. Burada toplansın insanlık diye Kâbe’yi emretti Yaradan… “Bu benim evimdir. İnsanlar buraya ziyarete gelsin!” diye emretti Adem’e… Adem de oğullarına ve yeryüzüne yayılmış torunlarına bu emri iletti…

Geldiler!… 

Saf saf geldiler!..

Ellah’In evine geldiler..

Adem babalarını ziyaret edip Rab’lerinin emirlerini dinlediler.

Ama Adem’in cennetten sürgününü sağlayan baş düşmanı şeytan boş durmadı. Ademoğulları arasına fitneyi soktu. İlk kanı Adem’in oğlu Kabil, kardeşi Habil’i öldürerek döktü. Milyonlarca yıldır bu gelenek artarak sürüp geldi.

Tufan oldu. Ka’be yerle bir oldu. Unutuldu zamanla. Ulu Ellah İbrahim’e emretti. “Atan Adem’in temellerini attığı Ka’be’yi inşa et!” Cibril-i Emin işaret buyurdu temelin yerini. Adem(a.s)’ın attığı temelleri İbrahim(as) ve oğlu İsmail(as) ortaya çıkardı ve üstüne binayı dikme emrini alırlar. Ve Cebrail(a.s) kanatlarıyla Ka’be’nin olduğu yeri işaretleyerek Hazret-i İbrahim(as)’in işini kolaylaştırır. Adem(a.s) temelini bulan Hazret-i İbrahim ve oğlu Hazret-i İsmail(as) hızla bir inşaata başlarlar. İnşaat yapımı hızla ilerlerken bir köşe taşını denk getiremeyen İbrahim(as) oğlu İsmail(as)’e buraya uygun bir taş bulmasını söyler. İsmail(a.s) taşı ararken; İbrahim(as), Ebukubeys tepesinde pırıl pırıl parlayan bir taş bulur. (O taş Adem(as) zamanında Ka’be’de bulundurulan bir cennet taşı idi. Ancak Nuh Tufanı’nda göğe çekilmişti. Ancak yeniden inşa işi başlayınca Melek Cibril tarafından geri getirilmiştir.) Tam da aranılan köşe taşı buymuş meğer. Taşı gediğe oturtup binayı da tamamlayan Hz. İbrahim(as)’e Ellah insanları buraya davet etmesini emreder. Ellah’ın emri üzerine Hz. İbrahim Ebulkubeys tepesine çıkıp tüm insanları Ellah’ın evine davet eder. Aynı çağrıyı Ellah da yapar. Bu ilahi emirlere karşı şeytan da bağırarak insanları davet ederler. Derler ki; “Ellah’ın çağrısını duyup bu topraklara Hac ve Umre için gidenler gidip dönmezler. Orada Râblerine teslim ederler canlarını… Hz. İbrahim’in nidâsını duyanlar Hac ve Umreden dönünce eski pisliklerinden kurtulup çok iyi bir insan olarak yaşamını sürdürürler. Ancak şeytanın çağrısını duyup gidenlerse döndükten sonra şerrinden Ellah’a sığınılacak haller alırlar.”

Çağlar geçer aradan. Nur Muhammed (sav) Peygamberler zincirinin son halkasını tamamlar… Mekke’den dünyaya ilan eder ilahî çağrıyı! Müşriklerin şerrinden, İlâhî izinle, Yesrib’e, Medine’ye sığınır. Daha önce giden Müslümanları hoşgörüyle ve aşkla karşıladıkları gibi yüce Muhammed(sav)’i de bekler durur Medineliler… Meşakkatli bir hicretten sonra nihayet topraklarına ayak basan Peygamberi yediden yetmişe tüm Medineliler coşkuyla karşılarlar. Onu ağırlayıp etrafında kanlarıyla, canlarıyla bir duvar örerler. Saf saf, kafile kafile insanlar gelip Peygamberi karşılarlar. Gün be gün büyür ordusu… İlâhî tebliğin tecelligâhı olan Mekke her zaman gözdedir ama.. On bin silahlı asker toplanır arkasında. Rengârenk bayraklar var orduda. On bin asker, on bin millet gibi… En önde Sancak-ı Şerif… Kan dökülmeden girilir Mekke’ye!..

“Ey Mekkeliler; kim ki Ka’be’ye veya Ebu Süfyan’ın evine sığınırsa emniyettedir. Kim ki kendi evinde kalıp bize kılıç çekmezse o da emniyettedir.” der, O Büyük Komutan!…

Ulu ve kutlu bir bildirge bu! Savaşların en onurlusu! Kimsenin kılına zarar gelmemesi için dünyada uygulanan ilk sıkı yönetim. Sokağa çıkma yasağından sonra sivil halka zarar gelmeden, ufak tefek çetelerin karşı koymaları dışında önemli bir hadise olmadan fetih gerçekleşir ve Mekke fethedilir.

O güne dek bu şehrin halkının savunmadığı dinin artık bir devleti olmuştur Mekke fethi ile…

Bilal işte bu kara binanın çatısına çıkıp “Ellahu ekber!” diye seslenir özelde Mekkelilere ama genelde tüm dünyaya…

“Elahu ekber! Elahu ekber!”

Her Peygamber Ka’be’yi tavaf etmiş, hac edasını yapmıştır. Ancak Hac emri Seyyidina Resullulah Efendimize de Hicri dokuzuncu yılda emrolunmuş. Hazreti Ebubekir-i Sıddik’i Hac Emiri olarak tayin etmiş Efendimiz. Hacca gitmek isteyenlerin kayıtları tutulmuş, bir nizam bir tertip içinde onuncu yılda bizzat haccını eda etmişti Ol Resul arkadaşlarıyla…

Hac Müslümanlar için farz kılındı. Öyle ki; bunun edası (yerine getirmesi) fevrîdir. Şartlarını kendinde toplayan kimsenin hemen zamanında hacca gitmesi ona farz olur. Bu tarihte hacca gitmezse günah işlemiş olur. Öyle ki, sonradan bu şartları yitirse, hac üzerine borç kalır, bundan sorumlu bulunur.

İşte bin dört yüz yıllık prova yine devam ediyor. İşte o ulu mabedin olduğu kutlu Mekke’deyiz. Ey bu yapının tek sahibi! Sana sığındık. Senden aman bekliyoruz. Hiç bitmeyecek bir tekrarla Yüce Peygamberin izindeyiz. Kürt’ünden Arap’ına, Malezyalısından, İranlı’sına kadar binler, yüz binler toplanmışız bu meydana… Renk renk, millet millet… Bayrak bayrak toplanmışız Ka’be çevresine. Kimsenin kimseyle sorunu yok. Ülkeler arasına çekilen anlamsız sınırlar burada kalkmış. Hemen yanımızda bir Irak’lı oturuyor. Önümüzden kafileler halinde İranlılar geçiyor. Gidip aralarına girebilir, tavaf yapabilir, namaz kılabilir, zemzem çeşmesinden bardaklarla su ikram edebilirim. Adını bilmediğim nice beldelerden insanların burada derilerinin ve dillerinin farkı olmuyor. Tek Ka’be, tek Ellah, tek Peygamber, La ilahe illellah, Muhammedun Resulullah…

Tavaf esnasında bir İranlı genç, küçük bir çocuğu boynuna almış Arapça yüksek sesle dua ediyor. Çocuk da bu duaları boyundan çok öte bir hal ile tekrar ediyor. Duyanlar mest oluyor. “Maşaellah! Tebarekellah!” diyerek tasvip ediyor, seviyoruz çocuğu…

Bir Endonezyalı boyunlarındaki küçük blok halinde yapılan ipli kitapçıklardan bizimle aynı duaları okuyor. “Ellahümme Râbbena Atina fiddünya hasaneten…”

Râbbim senden iyilikler bekliyoruz. En büyük dileğimiz bir İslam Birliği! Bu mutlu, bu kutlu zamanı bize nasip et!”

Boyunlarındaki iplerden geldikleri ülkelerin isimlerini taşıyan kartları gördükçe heyecanlanıyorum. Kimi Kafkasya’dan kimi orta doğudan, daha resmen tanınmayan, bağımsızlığına kavuşmamış ülkelerin temsilcileri de var. İşte İslam Ümmeti bu. Her yanda, her renkten toplanıp bir bayrak altında toplanma ve geleceğe böyle bir güçle yürüme… Kendi ülkelerinde paramparça, bölük-pörçük görülen insanlarla aynı karede birleşiyoruz burada. Fazla bir farklılığımız olmadığı, paramparça olmadığımızı kabul ediyoruz. Ancak pratikte bunu göremiyoruz işte… Kuzey Iraklılar, Kürdistan boyun bağı ile gezerken hemen yanımda, yüzü bin bir çizgiyle yarılmış Çin’den gelen ihtiyar Uygur Türklerinden yaşlı bir erkek oturmakta. Nasıl aşmışsa kızıl komünist demirperdesini ta buraya kadar gelebilmiş… Onunla bir türlü anlaşamazsak da “La ilahe illellah” da hem fikir kalıyoruz. Kınalı sakallı bir Hindu Müslüman’ı dirsekleriyle beni yana savurarak itse de, Hacerül Esved’e birlikte dönüp elimize kaldırıyor, aynı sloganı bağırıyoruz defalarca: “Bismillahi Ellahü ekber!”

Sınırlarımız çok kaba! Etrafımız çepeçevre kuşatılmış. Müslüman kardeşimizle anlayamayışımızın altında tamamen siyasi nedenler var. Coğrafi sınırlar aramızı kesmiş. Birbirimize hislerimiz bakımından uzaklaşmışız. Birbirimizi kabullenemeyişimiz, çekemeyişimizin tek nedeni siyasi menfaatlerdir. Siyaseten başımıza konulan kukla liderlerdir. Bir Cezayirli ile yüzyıllar yaşamadık mı, Akdeniz sahillerinde savaşmadık mı? Cenevizlilere, İspanyollara ve Haçlı ordusuna karşı? Faslısı, Mısırlısı, Libyalısı bunu çok iyi biliyor. Trablusgarp’ta atalarımızın kemikleri daha çürümemiş bile! Mezar taşımız olmasa da dimdik camilerimiz, kalelerimiz duruyor Afrika çöllerinde! Bir İranlı ile fazla barışık olmasak da aslında ortak paydalarımızın çokluğu yeterli… Bir Müslüman ile anlaşamamamız için hiç bir neden yok! Tek eksiğimiz ortak bir idari birliğimiz ve liderimiz! Mevcut olan ‘İslam ülkeleri Konferansı (İKÖ), ‘Arap Birliği’ gibi kuruluşlarda bu görevi yapmaktan uzak birer kukla yapılar gibi duruyorlar. Acilen daha güçlü bir birliğin oluşması gerekir ki şu an bu Kâbe’deki herkeste bunun özlemini görür gibiyim.

Acem’i, Arap’ı, Türk’ü, Kürd’ü, Hindu’su, Kazak’ı, Peştu’su ve diğer bütün küçük grupları İslam’ın krallıklar ve buna yakın monarşik ve Baskıcı Cumhuriyetçi yapılar içinde ezilip büzülerek yıllarca bölük pörçük yaşadı da artık uyanma zamanı işte! Onları tez elden uyandır Ya Râbbi! Bize bir bayrak altında, coğrafi sınırları olmayan bir ülkede yaşamayı nasip et Rabbim, diye dua ediyoruz.

Kuzey Afrika’da başlayan hareketler bu duvarları yıkmaya yönelik. Ama ‘bir duvar yıkılıyor!’ derken yeni duvarlar örülmeden birleşme sinyalleri verilmeli. Osmanlı ile batan birlik güneşi, bu şanlı ataların torunlarıyla da tekrar diriltilebilir. Yeniden bir Osmanlı olmasak da büyük bir İslam paktı kurmaya fazla bir şey kalmadı sanki…

Ey bu Ulu Mabedin sahibi!

Şu an şu güzel mekanda yaşayan herkesin bu kutlu anı görmesini nasip et!

Tek Ellah, tek Peygamber, tek kıble, tek kitap olan bu ümmetin arasına konulan sınırları kaldır. Tek ülkemiz ve tek sancağımız da olsun!

Yine ve yeniden dünyanın uygarlık ve medeniyet merkezi olalım.

“Kim bilir belki yarın belki yarından da yakın!”

Mekke- (Akşam) Yedi buçuk

Bu yazıyı paylaş:

One thought on “Bir Kutsal Şehir ve Bir Kutsal Dava / Ramazan Seydaoğlu

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Bu yazarın toplam 94 eseri bulunmaktadır.

Yazarın diğer yazıları