DergiZan

Yazı ve Sanat Ülkesi

Aralık 2006 Notları / Ramazan Seydaoğlu

Aralık 2006 Yazıları’ndan… 

 

Bana Adını Söyle

Sende bir şey var. Beni ilk bakışta mesteden ..

Seni böyle çekici kılan esrarın adını söyler misin?

Bakışlarınla herşeyi alıp götürüyorsun benden. Kör-kötürüm oluyorum.

Renkler soluyor gözlerimde. Sesler kabalaşıyor kulaklarımda. En güzel çiçekler ve rengarenk kelebekler birer toz gibi uçup gidiyor

Gecenin karanlığı mı yoksa adın… Ki her şeyi böyle yok ediyorsun varlığınla.. Gözlerimde her bir şey yıkılıyor.. Yok oluyor varlığın karşısında diğer güzellikler..

Gecenin ardına gizlenmiş, geceler boyu sayıklamalarımı içine sindirecek bir gizeme hazırlanıyorum şimdi..

Yazık

Uzaklaştıkça uzaklaşıyorum yürek sahilinden. Açıklara sürüklendiğimin farkındayım. Okyanus misali bir deryada yapayalnız, salsız, yelkensiz bir şekilde çırpınıp duruyorum. Ağzıma kadar tuzlu ve pis sulardan yutuyorum. Boğulacam. Boğulmamak için son direnişlerimi gösterirken canavarlaşan sular beni daha da çekiyor.

Diplere doğru iniyorum şimdi. Elim bir parça da olsa bir kurtuluş arıyor. Parçalanmış bir tekneden kalan bir kırıntı da olsa kendimi kurtarmaya gayret edeceğim. Bu ağzına kadar pislik dolmuş hayatın içinden kurtuluş için bir yüzme bile öğrenememişim.

Yazık..

 

Kaprislerini Değil, Gülücüklerini İsterim.

Acısız yıllarımı sayarsan ben daha doğmamışım demektir.

Yaşımı problem yapma. Daha sorun olacak o kadar çok şey varken, gözyaşlarımı henüz silmemişken, yeniden ağlamak istemiyorum işte. Keyfimi kaçıran feleğin cilvelerini yapma. Bana kendini, özünü, tatlı sözlerini, gülücüklerini bahşet.

Bırak kaprislerini. Onların varlığı hayatı zindan etmeye yeter.

Hayat gülücüklerle donatılırsa yaşamaya değer. Ağlama ve acı üstüne kurulan dünyada yaşamın tadı olmaz.

Kişi, acılardan ve darlıktan zevk alınacak huzurlu bir ortam çıkarmasını bilmeli. Hayatı idame edecek ekmek, katık gibi bir şeydir gülümseme. Gülümseyerek hayata bakmak, insanlara gülümseyerek karşılık vermek ve gülümseyerek hayata sarılmak gerekir.

Bana kaprislerini değil, gülücüklerini ver sevgili.

Gülücüklerin içimi okyanuslara çevirecek. Şelaleler misali akıp duracağım ovalara. Kayaların ve dikenlerin arasından geçerek ulaşacağım gülüsemelerine. Ellerimle dokunacağım ve can alıcı temayı hissedeceğim tüm varlığımla…

Kara, kışa, rüzgara, tayfuna aldırmaksızın, dikene, engele, acıya ve geceler boyu sürecek sancılara katlanarak varacağım o mutluluğa.

Şeker Tadında

Hayat çok güzel. Biz olumsuzluklarımızı bir yana bırakabilsek aslında her şeyin çok güzel olduğunu görebiliriz…

İnsanlar içlerindeki kini ve geçmişe dair nahoş şeyleri atabilseler şeker gibi bir şey çıkacak ortaya.

Şeker, bayramda çocukların ellerine tutturulan, aradabir ziyaret ettiğiniz işyerlerinde ve evlerde tutulan tatlı bir nimettir..

Ama gümüşi tabaklarda sunulan, yaldızlı poşetlere sarılı şekerlerden daha tatlı bir şeker var. Bilirsiniz bu şekerin tadına doyum olmaz. Bunu tarif etmek için laf üretmek abestir. Ancak onu tadanlar bilir bunu. Bu şeker, ilk ziyaret ettiğin, yeni gördüğün dostun yürekten sunduğu ve yüzünün tatlı gamzelerinde, dudaklarının çukurunda gizlemediği ve cömertçe peşkeş ettiği gülücükleri ve ziyaret boyunca sürdürdüğü hoş sohbeti, güleryüzü ve sevecen tavırlarıdır…

Bu tadı ne gümüş tabaklarda ne altın kakmalı tabaklarda ne de bir başka tabakta sunulan yaldızlı jelatinlere sarılı hiç bir şekerde bulamazsınız.

Bu lezzetli şekeri ancak dostun yüzünde ve dilinde bulursunuz.

İnsanlar hep böyle güler yüz ve tatlı dilli ve birbirlerin karşı, yalansız, hilesiz, yapmacıksız olsa ne olurdu? Hayat şekere dönerdi değil mi? “Tatlı dil yılanı çıkarır ininden; acı dil adamı çıkarır dîninden.” demişler. Acı sözlerle hayatın yeterince acılaştığı yetmez mi?

Dostun yüzündeki tatlı şekerler için, hayatın şeker olması işten bile değil…

 

Keşfedilmemiş Yürek Sancısı

 

İçimde biriktirdiğim yılların yorgunlukları kendini yavaş yavaş deşifre etmeye başlıyor.

Kendi kendime çok kızıyorum bu yüzden. Neden bilememişim kendimi diye. Kendimi neden salıvermişim yalnızlığın koynuna böyle.

Hayatın onulmaz çilelerini sırtlamaya mahküm bırakılmışım yıllarca. Yıllardır faturasını ben ödemişim alemin yanlışlarının.

 

Bir Başlık Bulamadım

 

Bugün yazacaklarımı tasarlıyorum da kafamda… O kadar yoğun ki, duman duman her şey. Netleşemedim bir türlü. Bir yandan kesilen internet, bir yandan telefon borçlarım, bir yandan kredi ödentileri, Hacı adaylarının sorunları, araba firmasını aramalıyım, bir okula araba ayarlamalıyım ve Milli Eğitim’den ikidir arayan acuze kızın dayatmaları… Diğer yandan “gelebilirim” deyip de kafamda gidip gitmemeyi netleştiremediğim Kadıköy’deki arkadaş… Kafam allak bulak. Günlüğümü ziyaret edip iki satır hoş şey yazmak nasip olmayacak anlaşılan..

Kalkıp gideceğim. Kafamdaki bir sürü probleme çıkış yolu aramaya ve bir şeyler yapmaya gideceğim. Ama hangi birine yeteceğimi bilmiyorum ki… Hangisini önceleyip nerden başlasam? Ve en önemlisi ben bu kadar soruna yetişebilecek miyim? Bütün hepsine yetecek miyim bilmiyorum.

Ah ben ne aptalım. Yazımın başlığını arıyorum. Başlık için uzun uzadıya kafa yormaya gerek var mı ki? Bak bunca meseleye yetişebilen olsa olsa olağanüstü biri olur ki, bende de bu özellikler asla yoktur. Bu kadar yüke yetişemeyen birini anlatan bir sözcük bulmalıyım belki de başlık olarak. Bilmem. Bana yardım edin de bugünkü yazdıklarıma siz bir başlık bulun.

 

 

Tırmanışa Geçmeden Yorulmak

 

Bir dağcı düşünün işi dağları, gezilmemiş-görülmemiş yerleri keşfetmek olan birini. İşe başlamak için techizatını kurmuş, hazırlıklarını yapıp yola koyulmuştur. Epey yol da yürümüştür. Ancak dağın eteklerine geldiğinde artık yürüyemiyeceğini belirterek tırmanıştan vazgeçiyordur. Kendisini bekleyen o gizemler artık onu cezbetmiyor, dizlerine biraz daha yüklenip kendini o bilinmeyen, az bilinen dünyaya atıvermiyor.

Çünkü o artık bir yorgun dağcıdır.

Yıllarca emek sarfetmiş, ayakların basmadığı, insanların yanlarından geçmeye korktukları yerlere sabırla ve cesaretle tırmanmış ve insanlığa keşfedilmemiş dünyaların kapısını aralamıştır.

Ama artık o yorgun bir dağcıdır. Tırmanmayı unutmuştur belki de artık. Yeni keşifler, yeni şeyler cezbetmiyordur onu. Yere bırakıp üstüne oturduğu yükünün anlamsızlığını, neden yıllardır bunca çileye katlandığını sorgulayan bir dağcı artık kendini aşmıştır.

Bıkmıştır belki de yıllardır aynı işi yapmakta. Yaptığı işlerden dolayı şakşaklanmak artık ona bir anlam ifade etmiyordur. Bu son işine de eş dostlarının teşvikiyle başlamıştı zaten. Bitirecekti. Yıllardır tattığı mutluluklar, yaşadığı o doyumsuz hazlar ona yeter de arar bile..

Yaşadıkları bir film gibi hızla geçen dağcının dudaklarında tatlı bir gülümsemeyi sert dağ rüzgarları farkedince onu kanatlarına alıp uçurdu.

Arkadaşları onu saatlerce arayıp bulamadılar…

Sırlara karışmış bir erendi artık o.

 

Şehirde Kaybolan Adam

 

Heryer insan yığınlarıyla dolu. Ne amaçla, nereye koştururlar böyle belli değil. Kiminin yokuşlara dayanınca dizlerinin bağı çözülüyor, Kiminin yeni tırmanışlar umurlarında bile olmuyor.

Koşturmaca dolu, rengarenk insanların içinde kendi içine dalan kaç kişi var bilmem. Kaç kişi arayışlarını içinde başlatmış acaba? İçindeki yokuşlarını, inişlerini, sevinçlerini ve üzüntülerini sorgulayan kaç kişi var şu anda?

Kimse bana kendini anlatmıyor, içini dökmüyor. İnsanların iç geçirmelerine ortak olmak isteyişim böylece bitiveriyor.

İnsanlar diyorum, ne denli garip varlıklar olduklarını biliyorlar mı acaba? Şu önümde yürüyen teyze, şu mini etekli bayan, şu saçı sakalı karışmış genç, şu okula gitmek yerine sahilde dolaşan gençler, şu polis, şu şöförler, köprüyü dolduran ve karşıdan karşıya yürüyenler, şu feribot görevlileri, satıcılar, tuttukları balıkların da bir dünyası olduğunu düşünmeden dünya değiştirmelerine yardım eden balıkçılar hayatın korkunç ve kendilerinin ne garip olduklarını bilirler mi acaba?

Bilmiyorum. Bu yığınlara bilmem anlatabilir miyim bunu? Çıkıp şu kaldırım kenarına bağırsam, onlara onların gerçekte ne harika şeyler olduklarını anlatsam beni anlarlar mı? Beni anlamasalar, deli diye düşünen ve bana acıyan insanlara ben de acısam, onlara istihzayla baksam doğru olur mu?

Bilmiyorum. Dersini iyi çalışmamış, sınıfın karşısında mahcup olan biri gibi olmak da istemiyorum.

Şehrin karanlık sokaklarına dalıp uzaklaşan tranvayın arkasından sitemle bakarken, yeni bir araç beklemek üzere banka oturunca kaybolduğumu hissediyorum.

 

Sevdanın Yolu…

Bana söz vermiştin, “geleceğim, gelip seni bulacağım”demiştin. Gelişin böyle çok uzadığına göre sabahsız mı yaşıyorsun sevgili.

Bana geleceğin güne uyanamadın mı hâlâ? Yollarında diken mi var yoksa canını acıtan?Aslında sevda yollarında diken olmadan yürünmez bilirsin. Dikenli olur kırmızı gül dalları. Bülbüllerin yüreklerini parçalamak içinmiş bu dikenler…

Bilmem sitem etme hakkım var mı sevgili ?

Sevdadan yana az mı çekti yüreğim ki biraz daha çekmeye reva görüyorsun?

Bilmem..

 

Doğrusun Kabulüm

 

Toplumumuzun ilerlemesi için gerekli olan şey, doğrularımızda birliktelik sağlamak. Akıl ve mantık çerçevesi içinde gelişebilecek tüm doğruları kabul edebilmektir. Nereden ve kimden gelirse gelsin.

Mutlak doğruya kavuşabilmek için insanlık çok büyük tecrübeler yaşadı. Mutlak doğruyu bulmak henüz herkes ve şey için mümkün olmamışsa da özellikle sosyal yaşantı alanındaki çatışmalar ve ayrılıklar sonucu kanlı çatışmalar ve büyük acılar yaşanmıştır. Ama sonuçta varılan noktada, aslında doğrunun herkesçe kabul görülen şey olduğu ortaya çıkınca geçmişte yaşanan olaylardan esef duyulur.

Günümüzde doğruluğu kendine düstur olarak kabul etmiş erdemli topluluklar sayısı bir elin parmakları sayısınca azdır. Oysa insanoğlunun kurtuluşu ve refahı ancak doğrulukla mümkün olabilecektir. Müspet ilimlerin temelinde doğruluk vardır. Doğru bilgilerle yüklenmiş insanlarda erdemler hep ön planda olur. Aristoteles: ‘‘Bilgi fazilettir ve erdemin dolayısıyla doğru olabilmenin ilk şartıdır.” derken, bilgili insanın ve faziletli insanın doğru insan olduğunu da vurgulamıştır. Bir düşünceye düşman olanların zamanla düşman olduğu düşünceyle barışık olduğunu görmüşsünüzdür. Bu da gösteriyor ki kişi bilmediği şeyler hakkında ön yargılı davranmamalı ve bilgi topladıktan sonra hakkında yorum yapabilmelidir.

Bilgi merkezli medeniyetleriyle kat ettikleri teknolojik ilerlemelerle, bilginin ve doğrunun odağı haline gelindiği zannedilen Batılı medeniyetlerde son günlerde yaşanan olayların aslında bizim fazla yabancı olmadığımız değerler olduğu bizce sevindirici… Müstehcenlik, fuhuş, uyuşturucu, v.s. zararlıların artık yasalarla yasaklanma yoluna gidilmesi, kişi hak ve hürriyetlerine önem verilmesi gibi… gelişmeleri sevindirici buluyoruz. İslam’ın “Doğruluk sapıklıktan tamamen ayrılmıştır.”(Bakara, 2/256) prensibi Batılı âlem için adeta ışık olmuştur. Tüm bu gelişmelere rağmen inançlı kesimlerin, özellikle İslam âlemini elemlere boğan ve toplumsal öfkeyi doğuran bazı provoke olayları da teessüfle karşılarken, Hz. Muhammed’in Taif ziyaretinde kendisine saldıranlar için söylediği: “Bilselerdi yapmazlardı” sözünden bilmediğimiz şeylere düşman olmanın kolaylığı anlaşılıyor.

Demek oluyor ki, Batılı ülkeler doğruya yaklaştıkça bize yaklaşacaklardır. Biz unuttuğumuz değerlerimizi gözümüzü doğrulttuğumuz Batıda bulunca kendi medeniyetimizin bilince varmış olacağız. Ve onlara uyum sağlamada da fazla zorlanmayacağız. Tek yapacağımız şey, doğru olanları paylaşmak, doğruyu araştırmak ve doğruyu söyleyeni takdir etmektir. Kişisel menfaatler ve siyasi emellerimiz için doğruları tersyüz etmemek.

Her ne olursa olsun, doğruya ne kadar koşarsak koşalım. Ona ne kadar sarılırsak sarılalım, her zaman “bay yanlış” birileri olacak. Bizi kendi safına ve yanlışa doğru çekecektir. “Bir yengece, doğru yürümesini asla öğretemezsiniz.” (Aristoteles) Ama önemli olan yengeci doğru yürütmeye çalışmak değil, doğruyu kendimizde tatbik etmek değil mi?

 

Köyden Kopamamışlık Kültürü veya Şehri Korumak Adına

 

Minibüsteyim. Gebze – Harem hattının o bir türlü ıslah edilemeyen, külhanbeyi tavırlı sürücüleri ve son zamanlarda yankesicilerin dadandıkları minibüslerinden biriyle Kaynarca civarından İstanbul içlerine doğru ilerliyoruz. Kahkahamı koyuvermemek için kendimi zor tuttuğum iki olayı sizinle paylaşmak isterim. Üstgeçitteki satıcı tişörtlerini satmak için teşhir yeri olarak geçidin parmaklıklarını seçmişti. Arkamda oturan kadın heyecanla manzarayı kaçırmamak için alelacele yanındaki beyini dürterek: “Bak bak çamaşırlarını nasıl kurutuyorlar…” Bunu küçük harflerle konuşmuştu. Benden başka duyan olduğunu sanmıyorum. Dikiz aynasından arkamdakilere bakınca hal ü vaktinden belli ki Anadolu’dan yeni gelen bir kadındı.

Aynı arabadayız. Ayakta tıklım tıklım yolcu var. Yetmez biraz daha alması lazım bizim sürücünün. Adamın köşeyi, dönmesi lazım. Daha fazla pastırma yapması lazım. Yazın en kızgın güneşinin tepemizi kavurup suyumuzu çıkardığı aylardan birindeyiz, ‘bu zavallı insanların güneş altında beklememesi lazım’ değil mi? Tabi canım sürücü bey daha iyi bilir. O bizden daha çok insancıl. ‘Yağmurda bekletmek ayıp’, ‘Sabah sabah adam/kadın işine yetişmeli’, ‘Akşam iş dönüşü evine varmalı garipler’ derken arabanın içi pastırma gibi sıkış sıkış olur. Sıcakta her insanın teninden yükselen nahoş ter kokularıyla iğrenç derecedeki tiksindirici parfüm kokuları birbirine karışınca pencere yetmez tepedeki havalandırma bile açılır. zaman zaman arkalardan bir yaşlı teyze bağırır; ‘Oğlum şoför efendi, şu kapıyı biraz aç da üzerime fenalık geldi’ Kapı açık bazen yola devam edilir. Arabaya yeni binen orta yaşın üstünde üç beyden ikisi gelip üstümde dikiliyor, diğeri biraz önlere doğru kendini sıkıştırıp önündeki beye parayı vererek kaba bir Türkçe’yle “Üç kişi” diyor kısaca. Parayı uzatmak için alan sordu: “Neresi?” Parayı veren, minibüsün çıkardığı canavarımsı sesten anlamamış olacak ki yine “üç kişi” dedi. Adam bu kez kızgınlıkla “Neresi amcabey?” diye sorunca üstümde dikilenlerden biri “Keresteciler” diye yardıma koştu. Parayı alan adam kızgınlıkla parayı sürücüye doğru uzatırken “Üç kereste” dedi.

Şehirli olmak için şehirde yaşamanın yetmediğini anlatan bu iki fıkra gibi olayı aynı arabada ve yaklaşık olarak yarım saat içinde yaşadım. Şehir kültürünü bilmeden şehre gelmiş ve üst geçidin ne amaçla yapıldığını bilmeyen ve satmak istediği tişörtleri üstgeçidin parmaklıklarına serip de satmak isteyen satıcı ile arkamda oturan kadının bir farkı olduğunu sanmıyorum. Trafiğin çok yoğun olduğu bir noktada üst geçide astığı giysilerden birinin rüzgardan veya ve kazara yola düştüğünü ve düşerken bir arabanın ön camına denk geleceğini varsayarsak ne tür bir kazanın olabileceğini tahayyül bile edememek bizim hala şehirli olamadığımız, köylü olarak geldiğimiz bu dev metropollerde köylü olarak öleceğimizin kanıtı. Bırakın şehirde yaşam kurallarını da daha insani olarak yaşam düzeyimizi bile ayarlayamayan milyonların köylerinden getirdikleri tavuklar, hindiler şehri bir kümese çevirirken, özellikle kurban bayramlarında getirilen koyun, keçi ve büyük baş hayvanlarla da şehrin muhtelif semtlerini ahıra çevirmeyi başardılar. Keşke kurban bayramıyla sınırlı olsalar… Şehrin varoşlarında özellikle evinin bodrum katını ahıra çeviren kaç kişi var, bunun hesabını belediyeciler bile yapamaz.

Güzelim köylerimizi bırakıp “taşı toprağı altın” deyi düştük ‘şeher’ yollarına ve zaten derdi kendine yeten kentleri tamamen bir kördüğüm haline getirmeyi başardık. Biz geldik de öyle ‘altın-maltın’ da bulamadık velhasıl. Peki bulanlar yok mu dersiniz.. Bulanlar buldu canım. Halen de bulanlar var ama bize rastlamıyor nedense…

Şehir bir türlü alışamadığımız bir ortam. Köy de unutamadığımız özümüz. Şehri anlamaya ve şehri kurtarmaya kimsenin niyeti yok belli. Anadolu hızla çöle dönerken, sanayi pisliğinden boğulduğu halde her gün yeni yeni sanayi kuruluşlarının eklendiği şehirler cezbetmeye devam ediyor. Ve Anadolu halkı olarak varımızı yoğumuzu satıp şehir yollarına düşüyoruz. Şehre gelirken yanımızda, koyunumuzu, keçimizi ve ineğimizi de getiriyoruz. Malum şehir yeri, sütü yumurtayı satın almazsa, bir derme çatma gecekondu bulup kafasını sokmayı başardı mı gel keyfim gel. Şehrin düzeni bozulmuş, şehir pis pis kokmaya başlamışsa ne olacak.. Hoş ahır kokusu sanayi kokusundan daha kötü ve öldürücü değil ya…

Şehri korumak Aile Bakanlığı’nın benzeri ‘Şehir Bakanlığı’ kursak da bir fayda edeceğini sanmıyorum. Öncelikle yapılması gereken, Anadolu insanını bulunduğu yerde karınlarını doyurmak ve sosyal yaşam düzeylerini artırmak. Her köye bir fabrika kurulmasa da Büyükşehirlere yığılan bu sanayi kurumlarını sistematik bir şekilde iş ve aş aramaya koyulan insanların ayağına götürüp onları orada bekletmek en doğrusu. Şehri korumak için bu çözüm fert fert her insanı eğitmekten daha zor olmasa gerek.

***

Bu yazıyı paylaş:

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Bu yazarın toplam 91 eseri bulunmaktadır.

Yazarın diğer yazıları