Sivas Çifte Minareli Medrese / Güzin Osmancık
Bugün Sivas’tayım. Hava soğuk mu soğuk, insanın içini titreten bu havada Selçuklu mimarisi örneklerinden Çifte Minareli Medresenin önündeyim. Sivas, Selçukluların ilim ve sanat merkezlerinden biridir. Hani hep söylenir ya, taşa yazılan tarih diye, aslından taşa yazılan tarih den de öte duygular, maneviyat ve gelecek günlere bırakılan mesajdır. Her şey kalpte başlarmış. Kalpte olmayan şey taşa tezahür edebilir mi? Zaten sanat denilen olgu asırlar geçtikçe değerine değer katan bir oluşum değil midir?
Şimdi çok bilinen Çifte Minareli Külliyenin önünde bu anı resmederken bir yandan da Sivas’ın neden bu kadar öneli bir yerleşim merkezi olduğunu araştırıyorum. Geçmişteki ismi Sebastia olan bu beldede mukaddes ve kutsal sayılan üç pınarın bulunduğu söyleniyor.
Bu üç pınarlara “Allaha Şükran, Ataya Minnet, Küçüklere Şefkat” sıfatları ile üçlü bir anlam yüklenmiş. Suyun kainattaki oluşumuna baktığımızda hayatımızdaki önemini anlatmaya kelimeler yetmez. Bütün kâinatın yaratılışında temel taşı olan Hidrojen ve Oksijenin bileşimi ile suyun oluşması ve canlı hayatın sudan başlaması, suyun ne kadar ilahi bir element olduğunu anlatmaya yetiyor.
Bu sebeple ki Sipas Suyu dedikleri bu üç pınarlar böylesine kutsal bir misyonu çağrıştırıyor.
Çok yazılası bir tarihi var Sivas’ın. İlk çağlardan beri buraya yerleşen Sibasip’lerin mazisi M.Ö 5000 yıllarına kadar dayanıyor. Belki de Sivas, bu ismi beldenin ilk sahipleri olan Sibasip lerden almıştır.
Sibasip tüccarlarının ticaret yolu da buradan geçiyormuş. Ayrıca Lidyalılar zamanında da Kral Yolu denen ticaret yolu da burasıymış. Kimler hüküm sürmemiş ki bu topraklarda. Hititler, Asurlar, İskitler, Medler, Persler, Makedonlar, Roma İmparatorluğu ve Bizans’ın da yaşadığı bu topraklar gerçek kimliğine Selçuklular zamanında kavuşmuş. Bugün sadece taç kapısı ile ayakta kalabilen Çifte Minareli Medrese,1271 yılında İlhanlı veziri Sahip Mehmet Şemseddin Cüveyni tarafından yaptırılmış. Ama yapan ustanın kimliği bilinmemekte. Medrese aynı zamanda Cüveyni Dar-ül Hadisi ismi ile de bilinmekte. Veziri Şemseddin Medresesi, Efkafı Medrese-i Pervane Bey gibi isimleri kayıtlarda bulunsa da bu isimleri pek bilinmiyor.
Bugün Sivas’ı değerli kılan burada unutulmaz eserler bırakan ve burayı bir ilim ve irfan merkezi yapan Selçuklulardır. Bunlardan en önemlilerinden biri olan Çifte Minareli Külliye ise İlhanlılar zamanın da yapılmış. Ama bugün maalesef önünde resim çektiğimiz bu külliyenin sadece taç kapısı kalmış olup, geri kalan kısmı tamamen yıkılmış.
Şehir 1075 yılında Kılıçarslan tarafından Selçuklulara geçince siması tamamen değişmiş. Medeniyette çok ileri bir toplum olan Selçuklular bütün ilim adamlarını buraya toplayarak bu beldeyi adeta bir ilim ve sanat merkezi yapmışlar. Özellikle Gök Medresesi gök bilimleri ve birçok alanda zamanın en önemli ilim merkezlerinden biri olmuş.
Çifte Minareli Medrese, İslam hukuku hakkında öğrenim vermek üzere planlanmış.
Evliya Çelebi nedense böylesine bir eserden Seyahatnamelerin de hiç bahsetmemiş. Bugün Sivas’a gelen ziyaretçilerin vazgeçilmez ziyaret yeri olan bu medrese daha sonraları kuruluş amacının dışında başka amaçlarda da kullanılmış.
Önceleri hastane daha sonraları Askeri rüştiye,1914 yıllarından sonra ilk okul olarak kullanılmış. 1882 yıllarında Sivas valisi Sırrı Paşa tarafından külliye yıktırılmış. Yıkıntıdan kalan taşları ise Hacı İzzet Paşa camiinde kullanılmış. 1960 yılından sonrada ön cephesi hariç yapı nedense tamamen yıktırılmış. Sadece Selçuklulara has bir mimari tarzı olan bu taç kapı, çini ve taş oymacılığı ile görmeğe değer bir sanat eseridir. Sadece görebildiğimiz ve resmedebildiğimiz kadarı ile Çifte Minareli Medrese taş işçiliğinde insan ruhunun taşa nasıl hayat verdiği ve duyguların en güzel ifade şeklidir. Selçuk mimarisinin karakteristik özelliği olan taşın çini ile birlikte harmanlandığı mimariyi bu eserde görüyoruz. Yapının mimari yapısı son yıllarda yapılan kazılarda ortaya çıkmış. İki katlı olarak yapılan medresede bir hamam ve birde zaviye bulunuyormuş. Minareler ise günümüzde hala daha ayakta olup çiçek kabartmaları ile bezenmiş. Aynı zamanda her iki minarenin gövdelerinde de okuyamadığım kûfi yazılar var. Bu yazılarda Muhammed ismi yazmaktaymış.
Taç kapının hemen önünde bulunan panoda yapı hakkında kısaca bilgiler verilmiş. Bir yandan panodaki tarihi açıklamaları okurken bir yandan da bu tarihi eseri inceliyorum. Tüm gönül ve bilgi birikimi ile izlediğim bu Medrese bana büyük içsel doyumluluk vererek doygunluk hissimi artırıyor. Maddeden mana kapılarını açarak beni fizik ötesi bir boyuta taşıyor. Bu soğuk havaya rağmen içimdeki dinamiği adeta ateşliyor. Divriği Ulu camide gördüğümüz kapı üstünde ki geometrik süslemeler burada da var. Sadece taç kapısını görebildiğimiz külliyenin tamamı hakkında görsel anlamda bir bilgiye ulaşamıyoruz. Ama tuğlaların arasına yerleştirilen firuze ve mor renkli çinilerin minareye verdiği görsel şölen mutlaka görmeğe değer. Sanat eserinin sanatçısına ayna olduğu bu yapıda o devrin tarihi bir kere daha yaşayarak o günlerin efsununa kapılıyorum. Eserin kendisine has o akıcı duru üslubu ile işlenmesi adeta bütün zamanlarda ben vardım mesajını veriyor.
Sanatçısı bilinmeyen bu eser, geometrik süslemeleri, çini motifleri, taş ve tuğla işçiliği ve de aralara serpiştirilen kûfi Kuran ayetleri ile atalarımızın ince ruhunu insana nasılda hissettiriyor. İnsan ruhunun aşkından doğan bu eser, seyredenlerin de ruhuna huzur ve intizam veriyor. Buradan ayrılırken defalarca arkamıza dönüp bakıyoruz.
Gerçek güzellik her yerde, her zerrede madde ötesindeki aşkı görebilmektir.