DergiZan

Yazı ve Sanat Ülkesi

Bir Fetih Âbidesi: Ayasofya / Güzin Osmancık


Büyülü bir güzelliğe sahip ilahî bir mekânın içindeyim şimdi. Etrafta efsunlu bir atmosfer ve sırlara açılan kapalı kapıların önünde yüzyıllar öncesini yaşıyorum. Sırların içinde bir sır, o sırrın içinde çözmeye çalıştığım gizemlerin verdiği bir merakla inceliyorum her yeri. Bir anlamda sembollerin esrarı ile daha bir gizeme bürünmüş bu kütlesel yapı. Neler yazıldı, ne şehir efsaneleri anlatıldı Ayasofya hakkında. Sırları ve efsaneleri ile Ayasofya yüzyıllar boyu insanlığın gündemindeki yerini hep korudu. Şimdilerde ibadete açılmasıyla birçok mekanların üstü kapatılsa da hala terleyen direği, melek resimleri ve daha birçok gizemleri ile o eski hali de hep gözlerimin önünde. Ama ibadete açıldıktan sonraki bu ilahi görünümü ile inanılmaz bir maneviyat kaplıyor insanın içini.

Tarihi çok eskilere dayanan bu mimari güzelliğe sahip mabedin kendinden kaynaklanan bir güzelliği de yoktu aslında.  O Allah’ın ilhamı ile şekillenmiş, planları ilham ile çizilmiş, büyülü güzelliğe sahip ilahi bir mekân diye düşünürüm hep. Belki de onu bu kadar güzel kılan şey imkânsız bir aşka ithaf edilmesindendir. O öylesine bir aşktır ki, imkansızı da imkanlı kılan. Çünkü aşk, her şeyin üstünde bir şeyi tek tutmaktır.

Şehrin tam ortasında pembe giysisi ile nazlı bir gelin edası ile süzülüyor Ayasofya.

Ayasofya’nın mazisi aslında çok eskilere dayanır. 12 Mayıs 360 da açılan bu kilise önceleri tahtadan bir yapıdır.  Bizanslar buna Büyük Kilise diyorlardı. Ama büyük bir yangınla harabeye dönünce şehri büyük bir hüzün kapladı.  Tekrar 415 yılında II Theodosius tarafından onarılıp ibadete açılması uzun sürmez. Bu sefer kutsal bilgelik anlamına gelen Hagia Sophia ismi verilir ona. Ama o da uzun sürmez ve yine yıkılır. 

 Bir asır sonra Bizans imparatoru Justinyanus bu yapıyı ihya edip Thedoraya olan büyük aşkını ölümsüzleştirmek ister.  Thedora güzelin de güzeli bir kadındır ama panayırlarda dans eden alt tabakadan biridir. İmparator Justinyanus onu gördüğü anda büyük bir aşkla tutulur ona. Ama Bizans’ın kanunlarına göre imparator halktan biri ile evlenemez. Ama aşk öyle bir şeydir ki imkansızı imkanlı kılma gücünü sahiptir. Hemen bu kanunu değiştirip yeni bir kanun çıkararak bu geleneği yıkar. Ve Thedora ile evlenir. Bu aşkla mabedi onun adına ithaf ederek yeniden ihya eder.  Mekânın girişinde Kraliçe Thedora’nın mozaikten resmini yaptırarak aşkını dünyaya ilan eder. 

Efsaneye göre Justinyanus rüyasında yapacağı mabedin resmini görür. Ve hemen işe koyulur. O rüyasında gördüğü, hayran olduğu mabedi inşa etmek ister. Baş mimarına hayalini anlattığında eline verilen plan rüyasında gördüğü mabedin birebir aynısıdır.  İşte planı kalplere ilham edilen bu mabet bir gün cihan Padişahı Fatih Sultan Mehmed Hanın içinde namaz kılacağı fetih cami olacaktır. Ve onun adı Ayasofya olarak tarihe geçecektir.

Yani Kutsal Bilgelik.

Jüstinyanus rüyasında gördüğü o devasa kubbenin aynısını yapmak ister. Kubbe bugüne kadar yapılan kubbelerin en büyüğü en görkemlisi ve dünya mimarisinde adından söz ettiren bir sembol olmalıdır. Yapımında devrin en usta işçileri görev alır. Tam 10 bin işçi ve işinde uzman 100 usta çalışır. Trallesli matematikçi Anthemius ile Milet’li mimar İsidore planlarını tasarlar.

Efes’te ki Diana tapınağından sökülüp getirilen 8 sütun üstünde duran o muhteşem kubbe rakipsizdir. Atina, Delphi, Delos ve Mısır tapınaklarından getirtilen diğer sütunlar ile görkemi bir kat daha artar. Bu yapı öyle bir yapı olmalıdır ki yeryüzünde İmparatorluk gücü bu yapı ile dünyaya meydan okumalıdır. İmparatorluk gücünü bütün cihana duyurmalıdır.  55 m yüksekliği 31.612m çapı ile hiçbir kubbe onun heybetine yetişememiştir. Kilise bittiğinde o kadar emsalsiz bir görünüşü olmuştur ki, Justinyanus Kudüs’teki Süleyman Mabedine gönderme yaparak “Ey Süleyman! sana galebe geldim” der.  Yapı dev kubbesi ile 1000 yıl dünyadaki en büyük, en önemli mimari eser olarak kabul edilir.

27 aralık 537 de açılış inanılmaz bir gösteriş ile cihana duyurulur. Justinyanus 14 atın koştuğu araba ile kral kapısından içeri girer. Onu bu kapıda Patrik karşılar. Justinyanus Patrik ile birlikte mihraba yürüyerek giderler.

Ama ne yazık ki yine bir depremle kilise büyük bir hasar görür ve kubbesi yıkılır. Yeniden onarılan kubbe bu sefer 20 kadem daha yükseltilir.  Kubbe kasnağında 40 pencere vardır. Bu kubbenin yükünü azaltır. 40 sütün aşağıda 67 sütun yukarıda olmak üzere 107 sütun binanın bütün yükünü yüklenir. Kubbenin tam ortasında altın bir top sarkıtılır. Bu topun ağırlığı matematiksel olarak kubbenin dengesini sağlamak içindir.

Ve bugün namaz kılmak için içinde hayranlıkla etrafını incelediğimiz bu yapı artık binlerce Müslümanın da namaz kıldığı bir camiye, yani eski gerçek kimliğine dönüştü. Ne kadar da manevi bir atmosfer var içerde. Bu manevi atmosfer, yıllar yılı öncesi 1453 yılı 29 Mayıs Salı günü İstanbul’un fethi ile başlar. Ve Ayasofya fetih camisi olarak ilk Cuma namazı için hazırlanır. Fatih Sultan Mehmet Han ilk namazını kılmak üzere cemaatle birlikte camiye geldiğinde mekânın haşiyetinden hemen secdeye kapanır. Yine bir rivayete göre namaz esnasında 3 kere durarak namazı böler. Sebebi sorulduğunda ise ancak üçüncü defa Kabe’yi önünde görebildiğini söyler. Bu ibadethaneye öylesine âşık olur ki yüklü bir bedel ödeyerek tapusunu üzerine alır. Ve bir vakıf kurarak burayı vakfeder. Ve kıyamete kadar buranın fetih camisi olarak kalması için vasiyet de bulunur. Camiye minare, minber ve mihrap eklenerek tam bir İslami hüviyete sokulur. Kubbesinde ise ünlü hattat Kazasker Mustafa efendinin hatları ile kuran ayetleri yazılıdır. Kubbenin üzerine konan alem ise Sokullu Ahmet Paşa tarafından yaptırılmıştır.

Bu yapıda beni cezbeden şey mimari güzelliğinin yanı sıra gizemi ve içinde taşıdığı sırlardır. Evliya Çelebi Ayasofya’yı anlattığı hatıralarında hep buranın tılsımlarından bahseder. Ayasofya geçmiş ile gelecek arasında bir mihenk taşımıdır, yoksa kendi dengi ibadethaneler ile aralarında bir hesaplaşmanın sonucu mudur, bilinmez.

Şu an üzerleri kapatıldığı birçok tasvirlerin yapıldığı mozaikler, freskler ve resimleri göremiyoruz. Dokuz bilindik kapısından en büyük kapı olan Emperyal Kapı ve kapı üzerinde tahtına oturmuş İsa ve önünde ona secde eden İmparator VI Leo’nun tasviri bulunmakta.

İstanbul Osmanlının eline geçtikten sonra Ayasofya’nın destekler ile güçlendirme işi zamanın baş mimarı Koca Sinan’a verilir. İnce ince dokunuşlar ile eklediği istinat duvarları (payandalar) ile kütlesel yapı daha estetik bir görünüme kavuşur. Ayrıca Fatih Sultan Mehmet Hanın yaptırdığı tek minareye 3 minare daha ekleyerek minare sayısını 4 e çıkartılır. Kilisede Meryemana mozaiği ve melek Cebrail, Melek Mikail tasvirleri varmış.  Ayrıca restorasyon çalışmalarında ortaya çıkan altı kanatlı Serafim melekleri. Bu melekler hafaza veya koruyucu melek olarak geçer. Bazı kaynaklara göre de onlar Kiramen kâtibin melekleridir. Allah aşkı ile yandıkları için genellikle ateş içinde tasvir edilirmiş.

Ama şu anda o mekâna güzellik katan Abdülmecid Han zamanında Kazasker İzzet Efendinin muhteşem hatları Hz Muhammed(sav), Hz Ebu Bekir, Hz Osman, Hz Ömer Hz Ali, Hz Hasan ve Hz Hüseyin’in isimlerinin yazıldığı devasa büyüklükteki sekiz plakalar en göze çarpan eserler.

AYASOFYANIN SIRLARI

Ayasofya’nın kıbleye bakan kapısının kanatları Nuh Peygamber (as)’in gemisinden alınan parçalardan yapıldığı bir rivayettir. Bu sebeple buraya gelen tüccarlar ellerini bu kapıya sürüp öyle denize açılırlarmış. Ama bugünün tarihçileri bu kapının tahtalarının Afrika’dan geldiğini söylüyorlar.

Ayasofya’nın içinde bir kuyu varmış ki, nefes darlığı çekenler sabah aç karnına gelip bu sudan içerlerse şifa bulurlarmış.

Yine Evliya Çelebinin Seyahatnamesinde, unutkanlık hastalığına yakalananların bu kubbenin altına gelip altıntopun altında yedi kere namaz kılıp, yedi adet siyah üzüm yiyerek şifa bulduğu yazar.

Akşemseddin Hazretleri Serin Pencere denilen bir yerde talebelere ilahiyat dersi verirmiş. Serin esen bu pencerenin zihin açıklığı yaptığı bilinirmiş.

Ayasofya’nın güney kapısındaki dehlizde bulunan bir oyuk ise İsa As beşiği diye adlandırılır. Hasta olanlar buraya gelip bir gece burada yatarlarsa iyileşeceklerine inanırlarmış.

Şark tarafındaki kapıda mahfilde ise zeminde 1205 tarihli bir taşın üzerinde Hanri Donaldo yazıyormuş. Taşın altında Bizanslı bir askerin zırhı olup, bu zırh Fatih Sultan Mehmet Han’ın resmini yapan ünlü İtalyan ressam Bellini’ye hediye edildiği belgelerde kayıtlıdır.

Orta cümle kapısı üzerinde sarı pirinçten tabuta benzeyen bir sanduka ve içinde kraliçe Sofya’nın mumyası olduğu rivayetler edilir.  Ama kim o sandukaya elini sürecek olsa o anda ibadethanede bir deprem olurmuş.

Ayasofya sırları arasında en önemlisi Hz Hızır ile olan ilginç sırlarıdır.

 Söylenenlere göre Hz Hızır, top kandilin altında namaz kılarmış. Ve ona Ayasofya’daki bütün kapılar açık olup istediği hazirelere girip çıkabilirmiş. Hatta bir rivayete göre orada aralıksız kırk gün namaz kılan birine Hızır’ın görülmesi ayan olurmuş. Yine Hz Hızır’ın Ayasofya da bulunan terleyen direk ile bir hikayesi vardır ki, ziyarete gelen herkesin ilk görmek istediği yer burasıdır. Bir rivayete göre Hz Hızır o direkteki deliğe parmağını sokarak mabedin yönünü kıbleye çevirmiştir. Ama artık Terleyen Direğe ulaşmak ne yazık ki mümkün değil. Diğer bir rivayet ise Ayasofya bugüne kadar yapılan ibadetlerin Kudüs yönünde olmasına karşın, onun kıble yönünde yapıldığı gerçeğidir. Hz İsa’nın Kudüs’ten getirdiği kutsal emanetleri gizli odada saklı olduğu hatta o gizli oda da Kutsal Kase ve Ahit sandığının olduğuna dair pek çok söylentiler var.  Ayasofya’nın altında inanılmaz dehlizlerin olduğu hatta bu dehlizlerde birinin Çatladı Kapı’ya kadar açıldığı bilinmekte. Bizim bildiğimiz 9 kapının ötesinde bilinmeyen 361 tılsımlı kapıdan da bahsediliyor. Tılsımlı denmesinin sebebi, bu kapıların hiçbir şekilde sayılmamasından kaynaklanırmış.

Ayasofya’nın sırları ve tılsımları o kadar çoktur ki onu bu kadar önemli kılan belki de bu gizemi ve içinde sakladığı sırlardır.

Ayasofya neden bu kadar önemli, neden senelerce hiç gündemden düşmedi, neden tekrar ibadete açıldı dersek, orası zaten ilk günden bir ibadethaneydi. Osmanlı hükümdarları kandil geceleri önce Topkapı sarayında iftar eder, sonrada namazlarını Ayasofya da ifa ederlermiş. Cuma selamlıklarına teşrif eden Enderunlar, saraydan gelerek mahfele kadar meşalelerle etrafı aydınlatırlar, padişahın önünde 20 tane meşale, arkasında ise kırmızı yeşil büyük fenerler ile haseki ağaları yürürmüş  Culuslarda Ayasofya, Sultanahmet ve Fatih Camilerinin minarelerinden salalar verirmiş. Görevi devralan, başa geçen padişah ise ilk Cuma namazını Ayasofya da kılması adetmiş. Tarihi çok eskilere dayalı olsa da Ayasofya bizler için Cihan padişahı Fatih sultan Mehmet Han’ın ilk fetih namazını kıldığı mübarek camidir. Ayasofya kutsaldır, mübarektir, henüz açığa çıkmamış sırları ile her zaman dünyanın gündemindedir.

Metrelerce kuyruklar oluşturan yerli ve yabancı ziyaretçiler bu efsanevi yapıyı görebilmek için saatlerce sıra beklemekteler. Ama burada en güzel zaman sabah namazının eda edildiği, günün ilk ışıklarını saçtığı vakittir.

Bence o, yıllar öncesi, cihan Padişahı Fatih Sultan Mehmet Han için tasarlanmış, içinde namaz kıldığı bir fetih abidesidir. Belki de şehrin tam ortasında fethi hatırlatan büyük bir aşktır Ayasofya.

Bu yazıyı paylaş:

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Bu yazarın toplam 45 eseri bulunmaktadır.

Yazarın diğer yazıları